Ekososyalist Fevzi Özlüer’le deprem sonrası tartışılan özyönetimi, merkezi yönetimi ve ekososyalizmi konuştuk
Yusuf Gürsucu / İstanbul
Mereş depremleri sonrasında, iktidarın ve devletin beceriksizliği üzerinden tartışmalar sürerken, aslında bunun bir beceriksizlik olmadığı ve tamamen tercih meselesi olduğu sürece bakılınca açığa çıkıyor. Diğer taraftan, deprem ve sonrasında yaşananlar yerel yönetimlerin önemini ortaya çıkardı. Ekososyalist Fevzi Özlüer’le yerel yönetim biçimlerini, ekososyalizm ile özyönetim arasındaki bağlantıyı konuştuk.
- Mereş depremlerinde insanların göçükler altından çıkarılamayışı ve sonrasında hayatta olanların yaşama tutunabilme adına ihtiyaç duyduğu temel gereksinimlerin bile karşılanamamış olması tartışılıyor. Bu noktada merkezi iktidarın görünen ‘duyarsızlığı’ ve yerel yönetimlerin ‘yetersizliği’ dikkat çekiciydi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Deprem sonrası ilk müdahale anına gittiğimizde, karar verici mekanizma olarak merkezi iktidar, depreme dördüncü düzeyde bir müdahale durumuyla karşı karşıya kaldığımızı ilan etmişti. Peki, bu ne anlama geliyordu? Tüm ulusal kapasitenin depreme müdahale sürecine katılması anlamına geliyordu. Aynı zamanda koordinasyon ve organizasyonda uluslararası kapasitenin de hayata geçirilmesi gündeme gelmişti. Bu depremin yıkıcı bir etkiye yol açacağı da zaten devlet organları tarafından bilinmekteydi. AFAD, 2020 yılında yayımladığı ‘Kahramanmaraş İl Afet Azaltım Planı’nda da adım adım yaşanabilecekleri ortaya koymuştu. Bölgede 7.5 şiddetinde deprem olacağı ve 200 yılı aşkın bir zamandır bir enerji boşalması olmadığı, bölgenin tamamının depremden etkileneceği rapora yansımıştı. Daha Kasım 2022’de de tüm Türkiye’de bir deprem tatbikatı yaptırılmıştı. Ancak, bu korkunç gerçekler bir yana yine AFAD tarafından yayımlanan 2022 performans programına baktığımızda, afet esnası ve sonrasında afeti en etkili şekilde yönetmek hedefinin göstergesi arasında barınma ve arama kurtarma malzemeleri içeren afet konteyneri alımı gösterilmişti. Bu göstergeye göre, 2020 yılında 2 adet, 2021 yılında 10, 2022 yılında 14, 2023 yılında 19 konteyner alınması şeklinde planlama yapılmıştı.
Devlet 13 milyon kişiyi etkileyecek bir deprem olacağının farkındadır ancak bunun için her yıl en fazla 25 konteyner malzeme almayı tercih etmektedir. Depremin yaratacağı yıkım bir tür piyasa olarak tasarlanmış. Artık yıkıma uygun talebin örgütlenmesi piyasa aktörlerinin işi olarak tasarlanmıştır
2009 yılında Sivil Savunma Genel Müdürlüğü ve tüm afet işlerine dair merkezi düzeyde yetkili organ olarak kurulan AFAD’ın azaltım planlarında öngördüğü gerçeği göğüsleyecek, bu depremlerde beklenen ölüm ve yaralanma oranlarına uygun bir performans ölçütü ve örgütlenmesi, ekip ve malzeme yatırımı ortaya konulmamış. Bu nedenle de ortada duyarsızlıktan ziyade son derece farkındalık derecesi yüksek bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu işaret etmek istiyorum. Devlet örgütlenmesi, 2000’li yılların başından sonra kamu yönetiminde yaşadığı dönüşüme uygun bir adım atmıştır. Bu gerçeği kabul etmek belki son derece güç olabilir. Ancak, ortaya konulan riskin boyutuyla bu risk karşısında devletin örgütlenme kapasitesi arasında bir açı oluşturulmaktadır. Bu açı farkının da piyasa araçları ile giderilmesi planlanmıştır. Bu kamu yönetiminde planlı ve programlı işleyen bir süreçtir. Yani devlet, depremin ardından 13 milyon kişiyi etkileyecek bir deprem olacağının farkındadır ancak bunun için her yıl en fazla 25 konteyner malzeme almayı tercih etmektedir. Geriye kalan açığın da kapatılmasına yönelik bir piyasa yaratılmıştır. Devletin bu piyasaya müdahale etmesi, 1980’li yıllardan beri ince ince örülen kapitalist devlet örgütlenmesine ters düşer. Depremde ortaya çıkacak ihtiyacı devlet kurumları arz etmiştir.
Depremin 7.5 şiddetinde olacağı, binlerce insanın ve tüm bu şehirlerin etkileneceği tahmini ortaya konulmuştur. Fakat bu depremin yaratacağı yıkım bir tür piyasa veya arz olarak tasarlanmış, bu raporlarda devletin merkezi düzeyde sınırlı tedbirler alacağı gösterilmiştir. Artık yıkıma uygun talebin örgütlenmesi piyasa aktörlerinin işi olarak tasarlanmıştır. Bu aktörler, sermaye kesimleri, onların örgütlenmeleri, hayırsever sivil toplum, yerel yönetimler, dini cemaatler ve meslek örgütleri olarak ortaya konulmuştur. Bu bağlamda, afete müdahaleye yönelik piyasacı bakış açısının kurallarına uygun bir sonuçla karşı karşıya kalınmıştır. Bu noktada belki şu soru meşru olarak sorulabilir, Sivil Savunma Kanunu ve 7269 sayılı Kanun uyarınca depremin ilk anından itibaren ordu görevlendirilmiş olsaydı, daha çok insan kurtarılmaz mıydı? Evet, kurtarılabilirdi. Ancak, bu bir tercihtir. Eğer, piyasa temelli çözümlere ait bir programınız varsa ve “asrın felaketi” gerçeğini üretmek istiyorsanız, buna uygun tüm adımları attığınızı ikna edecek kamu gücünü harekete geçirmeye mi yoksa bir an önce işi piyasa aktörlerine teslim edecek bir pratiği mi işletirsiniz? Pek tabi ki, kamu gücünün şu ya da bu nedenle etkili kullanılmayacağını rasyonalize edecek bir süreç hayata geçirilir. Tüm hedef, piyasa aktörlerinin rekabetçi bir biçimde krizi bir değere dönüştürecek ilişkiler üretmesinin önünün açılmasıdır ve öyle de oldu.
Siyasal iktidarın belli sermaye fraksiyonları ile kurduğu ittifaklar, bu aktörler arasında bir rekabet olamadığını gösteriyor. Depremin ve yıkımın yarattığı iktisadi değerin nasıl bölüşüleceği sorununa çok hızlı bir biçimde geçildi. Bir an önce yaraların sarılması söylemi, konunun hızlı bir biçimde inşaata getirilmesiyle ve gündelik ihtiyaçların ticari ilişkiler olarak kurgulanmasıyla neticelendi. Bu durumda artık bir tekelden bahsetmek mümkün. Siyasal iktidarın, depremin yarattığı yıkımın bir piyasa yaratacağını öngörmüş ve aynı zamanda bunun tüm aktörlerinin de tedarikine soyunmuştur. Bu aktörlerin ihtiyacı ile sadece ayakta kalmaya çalışan halkın ihtiyaçlarının bu açıdan çatışma yaşayacağı bu denklemde öngörülmemiştir. Arz edilen bu neoliberal yıkım yönetim stratejisine toplum hazırlanmamış, toplum örgütleri güçlü dayanışma ağları ile bu stratejiyi bir “duyarsızlık” olarak teşhir edebilmiştir.
Yıkım pazarının tek elden yönetilmesi, devlet örgütlenmesi içinde tüm kamu kapasitenin de daraltılmasını zorunlu kıldığı için yerel yönetimler de bu açıdan atıl bırakılmıştır. Yerel yönetimlerde yaşanan atalet de, kamu yönetimi stratejinin neoliberal bir afet yönetim stratejisine sadık kalmasındandır
Yıkım pazarının tek elden yönetilmesi, devlet örgütlenmesi içinde tüm kamu kapasitenin de daraltılmasını zorunlu kıldığı için yerel yönetimler de bu açıdan atıl bırakılmıştır. Yerel yönetimlerde yaşanan atalet de, merkezi yönetimin tavrında olduğu gibi yerel düzeyde de kamu yönetimi stratejinin neoliberal bir afet yönetim stratejisine sadık kalmasındandır. Neoliberal strateji, kamu hizmetini alınır satılır bir mal olarak organize ettiği için, bu hizmeti yerel yönetimler üretmeye kalktığında da ancak meta ilişkilerine uygun bir yönetim kapasitesini harekete geçirmeye uyumlu hale gelmiştir. Toplumu bir araya getirme, onun emeği üzerinden bir dayanışma örgütleme, daha küçük ölçeklerde meclisler oluşturma strateji, bilgi, deneyim ve becerilerinden yerel yönetimler de mahrumdur. Toplumun siyasal örgütlenmelerden kopartılması, merkezi ve yerel düzeyde karar organlarından uzaklaştırılması olağan veya olağanüstü dönemde üretim ve yönetim becerilerinin körelmesine yol açmıştır.
- Yerel yönetimler özerkliğe yani kendi özyönetimlerine sahip olsalardı depremdeki yıkım bu boyutta yaşanır mıydı? Yıkım karşısında nasıl bir yol izlenirdi?
Bu soruyu, toplumun siyasal yönetim organlarında temsil mekanizmaları dışında meclis, komün gibi biçimlerle etkili olması mümkün olsaydı yıkım bu kadar büyük boyutlu olur muydu? diye anlıyor ve böyle soruyorum. Çünkü mevcut kamu yönetimi stratejisi bir bütündür. Bu değişim kamu yönetimi bütünlüğü içinde anlaşılmalıdır. Örneğin, depremin yaşandığı illerde pek çok şantiyede onlarca iş makinesi işlerine devam etti, kolluk güçlerinin depremde görev almasında merkezi idare sorumluluk almadı. Sivil savunma temelli bir siyasal organizasyon olsaydı. Bu konuda halkın yetki sahibi siyasal organları olsaydı, pek tabi ilk günden binlerce iş makinesi ve işgücü deprem alanında olurdu. Ancak, bunu harekete geçirecek bir halk örgütlenmesi yoktu. Sivil toplum, sadece yardım ve destek hizmetlerine özgülenmesi olarak görülüyor ve karar alma süreçlerinin dışında yer alan bir piyasa aktörü olarak işlevleniyor. Halkın tüm gücü de bu örgütlenmelere kaydırılıyor. Böylece, ortaya çıkan yıkımı aşacak bir siyasal yeni organizasyon riski doğmadığı gibi yıkımın da üçüncü sektör olarak piyasası örgütleniyor. Kimisi çadır satıyor, kimisi de gönüllülük.
- Depremde yaşanan yıkımı kat be kat aşacak bir geleceğe doğru hızla yol alınırken bu durumu tersine çevirmek için, ekososyalizmi öneriyorsunuz. Ekososyalizmi biraz açar mısınız?
Üretim ve yönetim araçlarının kolektif yönetimine yönelmek zorunda kaldığımız bir deprem süreci yaşadık. İlkel komünal süreçte insanları yan yana getiren iyi bir yaşam kurma pratiği, onların sadece hayatta kalması beklentisini canlı tutuyordu. Bugün hayatta kalabilmek için bile üretim ve yönetim araçlarının kolektif yönetiminin zorunlu olduğunu deprem bize gösterdi. Ekososyalisler yıllardır, bu kriz uğraklarının aynı zamanda toplumun yaratıcı bir biçimde yeniden kurulmasına imkân tanıdığını ancak yıkımın uygarlığı ortadan kaldıracak bir noktaya gelmeden iradi bir biçimde toplumun iktidarı ele geçirmesi gerektiğini ileri sürdüler. Ekolojik felaketlerin bizi zaten sıfır noktasında bir araya getirebileceğini ama tersi istikamette bunun bir insanlık yıkımına da yol açabileceğini işaret etmiştir. Ekososyalist perspektifin alameti farikası budur. Benjamin’in “yangın alarmı” olarak ifade ettiği, yaşadığımız çağın emekçilerine yakılmış çoban ateşidir. Ekososyalist perspektiften de bu yıkımın geleceği sonuçlardan birini yaşadığımızı söyleyebilirim. Uygarlığımız çözülüyor. Bu çözülme insanlığın tüm tarihsel birikimini ortadan kaldırıyor.
Toplumun siyasal kurucu bir aktör olarak örgütlenmesi ve aşağıdan yukarıya meta düzeni dışında demokrasiyi hayata geçirecek komün, meclis tarzı birlikler etrafında bir araya gelmesi gerekir. En önemli ilke emekçilerin adalet duygusunu inşa edecek üretim ve yönetim araçlarına sahipliğinin örgütlenmesidir
Deprem gibi kuraklık, sel ve iklime bağlı felaketler çağında insan toplumunun nasıl bir uygarlık fikrini hayata geçireceği, bu uygarlık için üretim ve yönetim arasında ilişkinin doğa ile birlikte nasıl örgütleneceği sorununa ekososyalistler odaklanır. Bu noktadan hareket ettiğimizde, toplumun siyasal kurucu bir aktör olarak örgütlenmesi ve aşağıdan yukarıya meta düzeni dışında demokrasiyi hayata geçirecek komün, meclis tarzı birlikler etrafında bir araya gelmesi gerekir. Bir yandan yeninin kuruluşu, diğer yandan ise mevcut siyasal tarzların çözülüşünün yarattığı çelişkiler aynı zamanda yaşanmaktadır. Bu açıdan da belli geçiş stratejilerine ihtiyaç vardır. En önemli ilke emekçilerin adalet duygusunu inşa edecek üretim ve yönetim araçlarına sahipliğinin örgütlenmesidir. Bu dönüşüm bir siyasal iktidar değişikliğini değil aynı zamanda böylesine bir program değişikliğini zorunlu kılar.
- Birçok siyasi parti yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden söz ederken, AB’nin Özerklik Şartı’nı temel almaya çalıştığı görülüyor. Ekososyalizm de öngörülen özyönetimlerle, kapitalist üretim ilişkilerinin sürdüğü yerellerdeki güçlendirilmiş yerel yönetimler arasında nasıl bir fark var?
Siyasal hukuki bir biçim olarak özerkliklerin, demokratik bir pratik olarak hayat bulması ancak antikapitalist bir programla mümkündür. Yönetim aygıtlarının müşterekleştirilmesi kadar üretim araçlarının kolektifleştirilmesi de demokratik bir siyasal yaşamın güvencesidir. Bu yönüyle AB özerklik şartı ilkesini pazar ilişkileri temelinde bir sivil toplum alanının yeniden üretimine yaslar. Ekososyalist bir özerklik ise pazar ilişkileri dışında çeşitliliği, sürdürülebilirliği ve gelişmeyi varoluşun bir zorunlu uğrağı olarak görür. Demokrasilerin pazar ekonomisinin kurumsal bir zemini ve çıktısı olmadığını, tam aksine meta ilişkilerine dayalı yönetim biçimlerinin kendi kendini yönetme ilkesini dışladığını yaşadığımız yüzyıl bize göstermiştir. Bu haliyle özerkliği, emekçilerin ve tüm ezilenlerin siyasal karar alma süreçlerinde mutlak hâkimiyeti olarak görmek gerekir. Fakat piyasacı bir özerklik, sermaye iktidarında ulus devlete alternatif bir pazar olarak, kültürel ve sosyal her türlü sembolik pratiği tektipleştirerek pazarın yeniden üretimini mümkün kılmaya odaklanır.
- Kime karşı özerklik?
Bu özerklik düzeninin amacı, toplumun ihtiyaçları değil piyasanın ihtiyaçlarıdır. Bu nedenle tek bir özerklik stratejisinden değil, üretim araçlarıyla kurduğu ilişkiye göre farklı özerklik biçimlerinin olduğundan söz etmek gerekir. Bu noktada özerklik sorunu, kime karşı özerklik değil, nasıl bir özerklik sorunu olarak ontolojik bir bağlamla anlaşılabilir. Çünkü bir siyasal biçim olarak özerklik, Avrupa özerklik şartında merkezi idareye karşı bir yeniden üretim birimi iken; ihtiyaç olan toplumun kendi kendini yönetmesi olarak özerklik, merkezi yönetim anlayışının bizzat kendisi olarak organize edilebilir. Bölgecilik ile özerklik arasındaki açı bu şekilde anlaşılabilir. Merkezi idare karşısında özerklik olarak değil; merkezi idarenin özerklik temelinde örgütlenmesi aynı zamanda demokratik bir planlama için de ekososyalist bir yönetimde gerekliliktir.
- Yakında yapılacak olan seçimlerde mevcut iktidara karşı güçlenen muhalif millet ittifakı da kapitalizmi ve onun neoliberal politikalarını savunmakta. Millet ittifakının iktidara gelmesi halinde halklara ve doğanın çıkarına uygun bir politika izlemeleri sizce mümkün mü?
Korkut Boratav’ın vurguladığı gibi altılı masanın neoliberal programı depremin altında kaldı. Onların siyasal programını destekleyecek iktisadi olanakların finans merkezlerinden gelecek desteğe bağımlı olduğu çok açık bir biçimde görülüyor. Koşulsuz ve şartsız bir iktidar değişikliğinin neoliberal strateji açısından en çok tercih edilen seçenek olacağı aşikârdır. Bu seçenek mümkün hale gelirse Türkiye’nin emekçileri bu program altında ekolojik ve siyasal krizlerin türlü türlüsünü yaşamaya devam edecekler. Bize önerilen program, rekabetçi bir kapitalizm koşullarının yaratılacağını iddia ediyor. Ancak bu Türkiye’nin birikim stratejileri ve birikim rejimi ile çok da uyumlu görünmüyor. Kaldı ki bu rekabetçi pazarı yaratacak bir sermaye dinamiği de ortaya çıkmış durumda değil. O halde halkın örgütlü gücü ve örgütleri tarafından yaratılacak bir hukukla, halkın ve doğanın çıkarına uygun ve hukuk tanıyan bir iktidarın yaratılması söz konusudur. Hukuk yaratan bir emekçi örgütlenmesi olmaksızın, millet ittifakı programının hiçbir güvencesi yoktur.
- Avrupa da halkın evinde GES yoluyla ürettiği elektriği dağıtım ağına ekleyip becayiş yapması veya satması mümkün. Ancak bir özerk bölgenin kendi dağıtım ağını kurması ve değişim değerini reddedip kullanım değerini temel alması mümkün değil. Yani temel girdilerde söz hakkı olamayan yerel yönetimlerin özerkliği muradımızı tarif etmeye yeter mi?
Türkiye sanayi imalat odaklı bir üretim stratejisine sahiptir. Ülkede üretilen elektrikte bir yandan Avrupa’nın enerji arz güvenlik rejimine diğer yandan da bu imalat sanayi ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Enerji üretiminde odak, arz eksenlidir. Bu kapsamda ihtiyaçların aşağıdan yukarıya karşılanması değil, sektörlerin ve aktörlerin yukardan aşağıya yönelik ihtiyaçları üretmesi söz konusudur. Enerjinin üretilme ve örgütlenme biçimi, aynı zamanda ülkenin siyasal karar alma mekanizmalarının biçimlenmesiyle şekillenmektedir. Enerji kaynağının değişmesi, enerji üretim araçları ve bu teknolojiler üzerinde toplumun tam bir hâkimiyet kurabileceği anlamına gelmez. Örneğin, kömürden güneşe yönelmek, halkın hızlı bir biçimde üretim araçları üzerinde hâkimiyetini olanaklı kılmaz. Aynı zamanda güneşten enerji üretecek bilgi ve becerinin, bu üretime ilişkin hakların mülkiyetinin de yararlanıcılarda olması gerekir. Fakat Türkiye’de elektrik üretim, iletim ve dağıtımda tekel konumundaki yapıların dağıtılıp belirli sermaye gruplarına geçirilmesi ardından hala bu enerji şirketleri ürettiği elektriği devlet dolayımı ile halka satıyor. Destek ve teşvik mekanizmalarından yararlanıyor. Toplumsal maliyetleri üstlenmiyor. Çevresel olarak yerine getirmesi gereken yükümlülüklerden uzak duruyor.
Bu sayede yüksek kârlı bir enerji piyasası devlet desteği ile ayakta kalıyor. Enerjide toplum tabanlı bir dönüşüm, mahalleden yaşadığımız şehre kadar demokratik bir enerji yönetim sürecini içermesi için aynı zamanda enerji üretim araçları üzerinde fikri mülkiyet haklarının toplumda olması gerekir. Aksi durumda, güneş pillerini kimden alıyorsanız o ülkenin pazarı haline gelirsiniz. Bu da sizin enerji kaynağını değiştirmekle elde etmek istediğiniz demokratik karar alma süreçlerine dayalı bir iktisadi ve sosyal hayatın doğmasını olanaklı hale getirmez. Kaynağın değişimi ancak alternatif kaynağı hayata geçirecek bilgi toplumun veya yerel grubun hakimiyeti altında ise anlamlı bir demokratik dönüşüm söz konusu olur. Aksi durumda, fosil yakıt pazarından çıkışın bir demokratikleşme stratejisini mümkün hale getirecek olan şey alternatif enerji kaynaklarının varlığı değil, aynı zamanda bu enerji kaynaklarını kullanmayı mümkün kılacak üretim bilgisinin topluma ait olmasıdır. Enerji üretim bilgisinin metalaşması sorunu, enerji kaynaklarının demokratikleşme aracı olarak dönüştürülmesini engellemektedir.