Peş peşe gelen toplu intihar haberleri haftaya acı bir damga vururken ardı sıra bireysel intihar haberleri de basına düşmeye başladı. İstanbul Fatih’te birlikte yaşayan dört yetişkin kardeş yoksulluk nedeniyle hayatlarına son verdi. Yandaş medyanın görmezden geldiği olay sosyal medyanın temel gündemi olmuştu ki Antalya’dan benzer acı bir haber daha geldi. İkisi çocuk dört kişilik bir ailenin cenazeleri bulundu. Baba arkada bıraktığı mektupta borçlarını ödeyemediğini yazmıştı. Fatih’te yetişkin insanlar yaşadıkları yoksulluğun ve bunun giderek derinleşmesinin dayattığı koşullarda yaşamı devam ettirme koşullarının kalmadığını toplu intihar eylemiyle ortaya koymuştu. Cenazelerini bile sahiplenen kimsenin çıkmaması ise yoksulluğun derin bir yalnızlıkla derinleştiğini göstermesi bakımından önemliydi. Ülke bu acı olayla henüz yüzleşmeden Antalya’dan dört kişilik bir aileni toplu ölüm haberi geldi. Babanın geriye bıraktığı mektup benzer bir çaresizliği vurguluyordu. Geçim sıkıntısı ve bunun derinleşmesinin yol açtığı travma benzer bir eylemi tetiklemiş benzer yöntemle hayatlar sona erdirilmişti.
İntiharın bir çeşit çıkışsızlığın çıkışı ya da dayatılan onursuzluğu, bedenin ve hayatın ortaya konularak protestosu şeklinde gündeme gelmesi yeni bir durum değil. Hatta son dönem dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan yoksulluk ve sefalet bu çeşit eylemlerle gündeme getirildi. İnsanlar kimi zaman büyük kentlerin büyük meydanlarında kimi zamansa tenha köşelerde bedenlerini ateşe vererek ya da başkaca yöntemlerle intihar ettiler. Bu eylemler kimi zaman Tunus’ta olduğu gibi büyük toplumsal ayaklanmaları tetikledi kimi zamanda ülkede görüldüğü gibi intihar olaylarının haberleştirilip haberleştirilmeyeceği üzerine psikiyatri dünyasını da içine alan manasız tartışmaları geliştirdi. Yaşanan olayların kavramsallaştırılma şekli ona nasıl yaklaştığınızı da ortaya koyar. Bu noktada yaşananları bireysel eylemler olarak ele alanlar toplu intihar kavramı ile yaklaşırken meselenin yaşamsal ve politik temeline bakanlar onu toplumsal bir cinayet olarak görür. Bireysel bir travma olarak bakanlar psikiyatrik açıklamaklar ve önlemler üzerinden hareket ederken politik yaklaşım insanları tekil ya da toplu intihara sürükleyen sosyal ve ekonomik gerekçelerle uğraşır.
Bu insanlar psikolojik bunalım sonucu intihar etmemiştir. Bu insanlar var olan ekonomik ve toplumsal politikaların sonucu intihara sürüklenmişlerdir, söz konusu olan bir cinayettir. Ortada bir cinayet varsa zanlı da var demektir. Nitekim sosyalistler çeşitli şekillerde intiharı dayatan yoksulluğu ve yoksulluğa yol açan hükümet politikalarını protesto için sokağa çıktılar. Gerek kaleme alınan analizler ve gerekse ortaya konulan eylemlilikler anlamlı olmakla beraber kabul etmek gerekir ki oldukça zayıf ve etkisiz kaldılar.
Bu kadar ağır ve peş peşe gelen olayın ülkede, benzer sorunlarla boğuşan insanlarda geniş bir kitlesel tepkiye neden yol açmadığı sorusu günün temel sorusu olarak öne çıkıyor. Fakat aslında bu soru bir şekliyle kendi cevabını da içerisinde taşıyor. Söz konusu olaylar zaten böylesi bir kitlesel tepkinin ortaya konulamamasının sonucu olarak ortaya çıkmış bulunuyor. İnsanları hayatlarına son verecek bir yoksulluğa iten durum dayatılan sefaletin kitleler tarafından sessizce karşılanıyor ve sineye çekiliyor olmasıdır. Bu sessizlik duvarı iktidarların sefaleti arttıran uygulamalarının dayanak noktasıdır. İnsanları intihara ya da intihar koşullarında çalışmaya ve yaşamaya sürükleyen esas etmen kapitalizm ve onun güncel uygulamalarıdır. Bu uygulamaları yasal dayanaklarını yaratıp kitlelere dayatan sermayenin hükümetleridir. Doğal olarak devrimciler intiharlar meselesine politik olarak yaklaşır ve intiharları ortaya çıkaran politikaları teşhir ederek devleti karşılarına alırlar. İntiharlar sonrası yapılan açıklamalar ve ortaya konulan eylemler kapsamda olmuştur. Burada bir bulunmamakla beraber ciddi bir eksikliğin bulunduğu unutulmamalıdır.
İnsanlar sadece çözümsüz hale gelen yoksulluktan değil bunu değiştirme umudunu yitirdiklerinden dolayı canlarına kıydılar. Yoksulluğu paylaşacak ve hayatı bir süreliğine olsa da idame ettirecek dayanışma ağları tükendiği için yani her geçen gün hayat daha kötüye gittiği ve hiçbir çıkış işareti görmedikleri için intiharı bir çıkış gördüler. Cenazelerinin kimse tarafından sahiplenilmemesi bile içerisine düştükleri yalnızlığın çıplak göstergesidir.
Devrimci hareketin verili kapasitesi ve etki gücü insanların yaslanacağı dayanışma ağlarını mobilize etmeye yetmediği gibi insanlarda geleceğin daha iyi olacağına yani var olan sefaletin sona erdirilebileceğime dair umut yaratmaya da yetmemektedir. Tartışılması ve cevap üretilmesi gereken temel sorunlardan birisi de budur. Dayanışma ezilenlerin tek silahıdır. Batıda yoksulluğa, sefalete ve çürümeye karşı büyüyen öfkeyi Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile yan yana getirme, ortak bir mücadelede buluşturma görevi ortak altından kalkılacak bir görevdir. Yoksul için umut bitmişse ekmek de bitmiştir. Umudu ayakta tutmak mücadeleyi ayakta tutmak demektir.