Türkiye’de hâkim yerel yönetim anlayışı, halkın kendi yaşam alanlarını yönetmesi olarak değil; “egemen sınıfın çıkarları ve devletin bekâsı için ‘merkez’in ‘yerel’e nüfuz etmesi” olarak kabul edilir. Bunun en bariz örneği Kürt coğrafyasında görülür. Sadece Cumhuriyet Dönemi’nde değil, Osmanlı’da 19. yüzyılın başlarından itibaren başlatılan bir süreçtir bu. Kürt coğrafyasında yurtluk-ocaklıkların kaldırılarak eyalet sisteminin getirilmesi (1819), 1858 Arazi Kanunnamesi ve İttihat Terakki döneminde soykırıma varan şiddet sarmalıyla, Osmanlı’da kapitalizmin oluşumunu sağlamak üzere bu coğrafyada “el koyarak birikim”i yaratmak ve Türk-Müslüman ulus devlet inşâsının harcının karılması amaçlanmıştır.
Türk ve Müslüman kimliğine bürünen ulus devlete karşı 1920’lerde gerçekleşen Kürt isyanları, II. Abdülhamid’in İstibdat Dönem’inde uyguladığı Umumi Müfettişlikler müessesesini yeniden gündeme getirmiş ve Kürt coğrafyasının yönetim biçimi haline dönüşmüştür. Cumhuriyet Dönemi’nde 1927’de kurulup, 1952’ye kadar varlığını sürdüren Umumi Müfettişlikler, kuruldukları illerde sivil, asker ve yargı bürokrasisi üzerinde kesin otoriteye sahip olan ve doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı bölgesel valiliklerdir. Tek parti dönemi boyunca yürürlükte kalan ve sınırsız yetkilerle donatılmış olan Müfettişlikler ile bölge, merkezi idare tarafından “olağanüstü hal koşulları”nda yönetilmiştir. Bu dönemde Kürt kimliğinin inkarı ve asimilasyona dayalı etnik politikaların yanı sıra, bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el konularak bunları sermaye birikim sürecine katma stratejisi izlenmiştir.
Çok partili dönemle birlikte Müfettişlik sistemi sona ermesine rağmen “iç güvenlik” öncelikli olmaya devam etmiş, buralarda yeni askeri merkezler oluşturulmuştur. 1950’lerden itibaren devlet bürokrasisi aşiretlerle işbirliği içine girerek bölgedeki zenginlikleri batıya aktaran sömürü düzenini devam ettirmiştir. Bu arada uygulanan kalkınma politikaları, iddia edilenin aksine bölgesel eşitsizlikleri daha da arttırmış; yapılması düşünülen -baraj gibi- büyük ölçekli projeler il sınırlarının değişmesine, köylerin sular altında kalmasına neden olmuştur.
12 Eylül darbesiyle birlikte ülkenin tamamında artan baskılar, Kürt coğrafyasında çok daha şiddetli yaşanmıştır. Neoliberal politikalar doğrultusunda üretim ilişkilerinin yeniden şekillendiği, buna bağlı olarak kentsel mekanların yeniden tanımlandığı 80 sonrası dönemde Kürt kentlerine yönelik toplum mühendisliği çalışmaları da hızlanmıştır. 1987’de bölgede ilan edilen ve 2000’li yılların başlarına kadar süren OHAL döneminde savaş koşullarına tekrar dönülmüş, 90’larla birlikte “köy boşaltma, köy yakma, mülklere el koyma, faili meçhul cinayetler”le birlikte, Kürt halkı göçe zorlanmıştır. Bu dönemde göç ettirilen 4 milyonu aşkın Kürt’ten bir kısmı Kürt coğrafyası dışındaki büyük kentlere, bir kısmı ise Kürt kentlerinin merkezlerine yerleşmiştir.
Zorunlu göçe tabi tutulan Kürtler, beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi en temel gereksinimlerini dahi karşılamakta sorunlar yaşarken, bölge dışındaki kentlerde kimlikleri nedeniyle uğradıkları ayrımcılık, sorunları derinleştirmiştir. Göç sonrası yerleşilen kentlerde ise yoksulluk, işsizlik, düzensiz yapılaşma gibi sorunlar artmıştır. On yıllardır bölgesel eşitsizliğe maruz kalan ve savaş koşullarıyla mücadele etmek zorunda bırakılan Kürt kentlerinde, kırdan gelen göçün yarattığı sorunlar çok daha ağırdır. Bu ağır koşullarla karşı karşıya kalan Kürt kentlerine sunulan çözüm ise “el koyarak birikim”in son hali olan “kentsel dönüşüm” projeleridir.
2000’li yıllarla birlikte Diyarbakır’la başlayan ve ardından yüzün üzerinde belediye kazanan Kürt siyasi hareketini temsil eden partiler, merkezi idarenin kentleri bilinçli geri bırakma politikasına karşı modern kentler oluşturma çabası içine girmişlerdir. Ancak özellikle 2014 yerel seçimlerinde yönetime gelen ve “egemen sınıfın çıkarları ve devletin bekâsı”na hizmet eden yerel yönetim anlayışını tamamen reddeden kadrolar, 15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL’de izlenen kayyum siyaseti ile bertaraf edilmek istenmiştir. 2019 seçimleri sonrasında da aynı siyaset devam ettirilmiş, seçilen yerel yöneticiler tutsak edilerek, halkın iradesi kırılmaya çalışılmıştır.
Umumi Müfettişlikler’in bugünkü hali olan “kayyum siyaseti”nin son icraatı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi kayyumunun, Yenişehir Fabrika Mahallesi’nde hukuki süreç devam etmesine rağmen kolluk güçleri eşliğinde yurttaşların evlerinden zorla çıkarılarak yıkımın başlatılmasıdır. Daha önce Sur ve Bağlar ilçeleri ile diğer birçok Kürt kentinde yaşanan “kayyum marifetiyle zorla kentsel dönüşüm”, “el koyarak birikimi yaratma”nın en bariz örnekleridir.
AKP/Saray iktidarı, 31 Mart seçimlerinde Kürt halkının iradesine ipotek koymak için başka bir yol denemekte; DEM Parti’nin kazanacağı belli olan birçok il ve ilçede taşıma seçmenlerle AKP’nin seçimi almasını sağlamaya çalışmaktadır. Kürt halkı, -bedeli son derece ağır da olsa- kendini yönetme iradesini zorbalıkla, sahtekarlıkla kırma çabalarına yüzyıllardır direnmektedir. Bu direnç, Kürt kentlerinde de Kürtlerin göçmek zorunda bırakıldıkları Anadolu kentlerinde de sermayenin çıkarları ve siyasi iktidarın bekâsı için oynanan oyunları boşa çıkarmaya muktedirdir!