Nujiyan Yıldırım
Toplumlara hizmet eden tüm öğretiler, doğaya saygı selamıyla yola çıkmışlardır her daim. Bu öğretilerde insan, doğanın sahibi, tüketeni değil doğanın bir parçasıdır. Bu öğreti ve inanışlar sayesinde toplumların sosyal, psikolojik bilincinde ekolojik olgular yer edinmiştir. Fakat tüketime dayalı sistemler, toplumları doğadan uzaklaştırmakla birlikte doğayla dostluğunu da bitirme üzerine politikalar hayata geçirmişlerdir. Oysa ki toplumlar, tarih boyunca daha iyi yaşam arayışında gereksinim duydukları doğanın temel varlıkları olan toprak, su ve güneş birçok kültürün de temelini oluşturmuştur. Özellikle yaşanabilir iklimin hâkim olduğu Mezopotamya topraklarında günümüze dek gelebilen, güneş ve suyu kutsayan nice gün ve söz vardır. Doğanın yeniden canlandığı bahar mevsiminde kutlanan günlerin bir anlamı da insana doğanın verdiklerini tüketme değil, yararlanma eşiğini ve doğa-insan döngüsünü hatırlatmak içindir.
Mezopotamya’nın kadim halklarından Kurdlerin mitolojilerinde temel yaşam varlıkları olan güneşin MİTRA, suyun ANAHİTA tanrısı diye anlamlandırılması sayesinde, ekolojik yaşam ve düşünce biçimini (bilimsel verilerden yoksun olsalar da) toplumlara armağan olarak yorumlamamız abartı olmasa gerek. Kurd kültüründe doğaya karşı (sevgiye, saygıya, biraz da korkuya dayalı) kolektif bilincin oluşmasında tarım toplumu olmasından kaynaklı olduğu kadar, doğayı anlatan efsane ve hikâyelerin de etkisi yadsınamaz.
Aynı kültür klasik Kurd edebiyatına da yansımıştır. Klasik Kurd edebiyatının öncülerinden olan, 16. Yüzyılın mutasavvıf şairlerinden asıl adı Muhammed olan Feqiye Teyran (kuşların piri)’nın hem yazılı, hem sözlü günümüze ulaşan eserlerinde doğa ve tasvirleri dikkat çekicidir. Kuşların dilini bildiğine dair rivayetler olsa da bilinmesi gereken gerçek ise doğanın bir parçası olan, kuşları sevmesi, anlaması, hissetmesi ve arkadaş olmasıdır. Feqiye Teyran’ın doğa sevgisini anlatan sadece kullandığı mahlası değil, eserlerine yansıyan doğanın dili yeterince anlatıyor. Doğanın temel kaynağı olan suya ruh ve dil veren “ey av u av” ( ey su…) eserinde doğa ve insanin dertleşmesini anlatmaktadır.
Doğa sevgisi, Klasik Kurd edebiyatında temel ilham ve tasvir kaynağı olduğu kadar, bilgin ve âlimlerinin yaşam felsefelerinde de aynı ilgiyi görmüştür. Yakın tarihli şahsiyetlerden biri olan Seydaye Xasi (Mela Ehmede Xani), Osmanlı’nın son dönemlerinde Lice’de müftülük ve çeşitli kurumlarda memurluk yapmış bir din alimi olmasına rağmen, daha Çok halk sohbetlerindeki mantık ve felsefe odaklı sözleriyle ve doğaya olan saygısıyla tanınır.
Melaye Xasi, bir gün odun toplamak için ormana gider. Yolda baltayı paltosunun içine sakladığını gören köylüler, seydaya baltayı neden, kimden sakladığını sorarlar. Seyda, çevresindeki yeşil ağaçları gösterir ve köylülere “baltayı bu yeşil ağaçlar görmesinler diye saklıyorum. . Bende baltayı görseler korkarlar ruhları acır ve onlar da kuruyabilir. Bilmezler sadece kurumuş ağaçları kesmek için geldiğimi…” diye cevap verir köylülere… Aynı kültürün sesi ve sözü olan ‘dengbêj’ eserlerinde sevgiliyi en güzel anlatan sözlerin doğadan ödünç alınması elbette ki tesadüf değildir. Tıpkı su içerken oturulması ya da ellerin başta tutulması da bir fiziksel hareketten ziyade doğadan (sudan) aldığına karşı bir saygı ve teşekkür ifadesi olması gibi…
Kültürümüzde doğa ve insan ilişkisini, aynı evi paylaşma ruhuyla ifade eden nice şahsiyet ve eserler vardır. Fakat bu kültür birikiminin; bu topraklarda bilimsel -sosyal çalışmalara ve doğayı tehdit eden politikalara karşı etkili bir ekolojik harekete dönüşememesinin tarihte politik, sosyal ve ekonomik nedenleri olsa da günümüzde yine aynı sorunların neden olduğu çıkmazlara karşı oluşan politik bilinç ve mücadelenin varlığıyla beraber, ekolojik bilincin gelişmesinden de söz etmek mümkün artık. Özellikle küresel salgın ve kapitalizm kaynaklı felaketlerin yarattığı yaşamsal krizler, küresel sistemleri de, ona karşı mücadele eden, yaşanılır bir gezegenden yana olan dinamik hareketleri de etkileyecektir. Bu değişimlerin kimlerden yana ve nasıl olacağı ile ilgili herkesin bir hesabı ve telaşı var. En çok da krizlerin yaratıcılarının…
Küresel salgın felaketini yaşadığımız günümüz dünyasını, neoliberal küresel kapitalist güçler yönetmektedir. Antidemokratik rejimler, koronovirus salgınıyla birlikte bir kez daha asıl telaşlarının sermaye, piyasa ve ekonomik büyüme olduğunu ortaya koydukları zamanlardayız. Ekonomik büyüme uğruna belirli bir nüfusu gözden çıkaran söylemlerini kitlelerin önünde bile dillendirmekten çekinmeyen, bu ırkçı ve otoriter rejimlere karşı, toplumlarda doğa ve insan merkezli örgütlenmeler kaçınılmazdır. 21. yüzyılın başında içinde bulunduğumuz toplum-insan-doğa sorunlarının düğümünü çözecek böylesi hareketlerin başarılı olması için bunları yaratan sistemlere karşı mücadele ile mümkün olur. Mücadelenin ruhunu da yeşil ağaçlar korkmasın diye baltayı paltosunun içinde saklayan çevreci hassasiyeti ve hikâyelerimizden alalım…
Doğanın dilinin bize öğrettiği gibi toplumun da tan vakti aydınlığının ilk adımı olur… Ve doğanın ruhundan bildiğimiz gibi her şey yenilenebilecek, nefesimiz olduğu sürece…