“Umut iyimserliğin aksine katıksız gerçeklikten doğmaktadır.” Jerome Gropman
Ezilenler için en maliyetsiz birikim umuttur. Umudun potansiyelini küçümsemek bu birikimden vazgeçmek anlamına gelir. Okur yazar kesiminin ve de orta sınıfın umut ile ilişkisi sorunludur, sorunlu olmaya da devam edecektir; ancak alt tabakanın, ezilen ve sömürülen toplulukların bilinci umuda açık ve canlıdır. Bu pencerenin açık tutulması zorunluluğun bir sonucudur. Zira umudun zorunluluğuna karşı umutsuzluğun kendisine has bir konforu var. Ve belli bir azınlık dışında herkes bu konfora sahip olamaz. Mesela baldırı çıplaklar, günümüzün proleteryası/prekaryaları, ezilen halklar ve alt tabakalar olarak da tanımlayabileceğimiz kesimler umutsuzluğun konforundan muaftır.
Umut ihtiyacı olana aittir ve onlara ait mahallelerde barınır. Çoğu zaman umut, bu mahallelerde ayakta kalmanın biricik itici kuvvetidir. Neşenin ve travmanın iç içe olduğu buralarda süregelen kesintisiz yaşam arzusu umudu güncelleyerek diri tutmaktadır. Bu mahallelerin zorluklarla dolu yaşamına rağmen bitmeyen umut dalgasıyla ahlaki ve politik ilkeler doğrultusunda tanıklık ettiğinizde karamsarlık ve umutsuzluk hali insanı utandırabilir. Nasıl oluyor da bu kadar umutlu olabiliyorlar? Buralarda umudu yaşamın içinden çektiğinizde geride büyük bir boşluk kalır ve bu boşluk intihardan farksızdır.
Umudun etnik ve kültürel kimliğin oluşumunda da payı var. Mesela neşesi ve travması iç içe geçen Kürt halkının umut ile ilişkisi bu bağlamda irdelenmeye değer bir hadisedir. Denilebilir ki Kürtler asırlarca umudun yarattığı kadim kültürle bugünlere geldi. Umut hala Kürtler için en karanlık anda güneşin doğacağına olan inancın kendisi, her halükarda ayakta kalmanın ve yaşamda ısrarcı olmanın kararlığıdır. Ve belki de Kürtler, tam da umut ilkesine olan sadakatle geçmişin en karanlık anlarının pençesinden sıyrılarak günümüzde kendine ve başkasına umut olmayı başarmıştır.
Tamamlanmamış fakat tamamlanmaya kararlı Kürt duruşunun kurucu mimarisi umut ilkesinde saklıdır. Bu nedenle Kürt hakikatinde umutsuzluğa ve umutsuzlara yer yoktur. Dahası Kürtler umutsuzluğa ve umutsuzlara net bir mesafe koyan spesifik bir tarihe sahiptir. 36 yıl hapishanede kalıp dışarıya çıktığında hayallerinden vazgeçmeyen Kürt devrimciler, çocuklarını kaybetmesine rağmen barış hedefinden zerre kadar uzaklaşmayan Kürt anne-babalar, iradesine kayyım atandıkça politikleşmiş Kürt kitlelerin duruşu umut ilkesinden, umudun yarattığı kadim kültürden kaynağını almaktadır.
Kürtleri umuttan mahrum bırakma çabası asimilasyonist bir müdahale biçimi olarak da değerlendirilebilir. Öyle ki yaşamın tüm zorluklarıyla baş etme stratejilerine ruh veren ve de olanak sunan umudun, bugün abluka altına alınmasını sıradan bir planın parçası olarak görmemek gerek. Kürtlere ait kadim umudun çağdaş ve ilerici formunu itibarsızlaştırarak sönümlendirme girişimleri her zaman sistemin stratejik hedeflerinin başında gelmiştir. Bugün o hedefler değişerek sürmektedir.
Her umut beraberinde beklenmeyen bir potansiyeli pratikleştirme kapasitesine sahiptir. Elbette umut ile iç içe olan bir yaşamı sürdürmek cesaret ister. Bu cesarete cesaret etmek gerek. Ve bu cesaret için aslan kaplan olmaya da gerek yok; zira cesaret etmenin kendisi büyük bir başlangıçtır.
Özellikle 2010’lu yıllardan sonra hayal kırıklığı kaygısıyla umut etmekten imtina eden milyonların yaydığı negatif enerjiye maruz bırakılıyoruz. Bu enerji bazen sistemin boğma aparatı haline gelerek yaşamı, devrimi ve politikayı nefessiz bırakıyor. Özgürlüğümüzü elimizden almaya çalışan, toplumu yoksullaştıran, yobazlaştıran, lümpenleştiren sistem, böylece elini kolunu salaya sallaya bu umutsuzluk sayesinde ayakta kalabiliyor; zulmünü ve iktidarını bu umutsuzluğun otomatikleşmiş etkisi sayesinde sürdürebiliyor. Öyle umutsuz ve karamsar kesimler var ki eline elmastan zaferler bıraksanız, o zaferi bir anda çamura gömebilirler. Hayal kırıklığı korkusundan dolayı umudu ihmal edenlerin içine düştüğü yılgınlıktan daha büyük bir çöküş, daha büyük bir düşüş olamaz. Oysa umudu ihmal etmenin bedeli hayal kırıklığından kat be kat daha büyüktür.
Toplumdan kopuk, kişiselleştirilmiş arzu enflasyonunun içinde çürüyen çağımızın bireyi, hem yaşamın teorisinden hem pratiğinden uzaklaşmaktadır. Kendisinden bile şüphelenecek kadar paranoyaklaşan, hiç bir şeyden mutlu olmayan, hiç kimseyi beğenmeyen şizofrenik bireyin sosyolojisi; toplumda bezginliği ve yılgınlığı yaymaktan başka bir şeye yaramıyor. Öyle sanıldığı gibi dervişane bir yoğunlaşma çağında değiliz ve gerçek fazlasıyla çıplak.
Tarihin her aşamasında tehlikelerle karşılaşan insanlık, geliştirdiği çeşitli direniş ritüelleri ile bu tehlikelerle baş etmeye çalıştı. Kimi zaman başardı, kimi zaman kaybetti, ama hiç bir zaman vazgeçmedi. Bize bugün dayatılan karamsarlık büyük bir vazgeçiş ablukasıdır. Umudun itibarsızlaştırılması, vazgeçiş ablukasının en önemli kozudur. Herkesin elinden geleni yapmaktan vazgeçtiği, yapabileceği her şeyin anlamsız olacağını düşündüğü; başkasının yaptıklarını, emeğini ve çabasını da bu mantıkla itibarsızlaştırdığı-anlamsızlaştırdığı karamsar düzenek, özü itibariyle postmodern çağın veya hakikat ötesi zamanların intihar biçimidir. Unutmamak gerekir ki kendi zaferine yabancılaşan hareketler, kendi hikayesini unutan devrimler, kendi potansiyelini göremeyen partiler, değiştirme dönüştürme gücünün farkına varamayan kuşaklar sadece sistemin bir çarkı haline gelerek kitleleri sistemin insafına terk etmenin olanaklarını çoğaltırlar.
Umut her zamankinden daha fazla politikleşmiştir. Ancak umudun politikayı da aşan bir potansiyeli var. Bu potansiyelin farkına varmak, umudu kültür haline getirmek, aşılamaz denilen duvarların aşılmasını kolaylaştırabilir. Hem insanlık tarihi hem de ezilenlerin tarihi -görmek isteyenler için- aşılamaz denilen duvarların nasıl aşıldığını yazan zaferle doludur. Arada bir dönüp insanlığın tarihsel yolculuğuna bakmak lazım; insanların nasıl yaşadıklarına, nasıl mesafe kat ettiklerine, nasıl umut ettiklerine…
Umutsuzluğu yayan ve kaynağını hem modernite hem postmoderniteden alan bezgin akıl (veya heyula) alt edilmeyi beklemektedir. Umutsuzluğun toplumsal ve siyasal alanı esir aldığı ve bilinçli-bilinçsiz örgütlendiği her yerde sorumluluk almak önemli bir başlangıç olabilir. Umutsuzluğun başardığı herhangi bir kurtuluş yolu yok, ama umudun taşıdığı özgürleşme olasılığı her çağda yeni bir yol açma potansiyeline sahiptir. Sömürünün biteceği, özgürlüğün mümkün olabileceğini içeren umut, son kertede savunulmalı ve umudun potansiyeli göz ardı edilmemeli.