Bu yazı dizisi boyunca ele aldığımız Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’ne dayalı Uluslararası Serbest Ticaret bir tür “avcı- balıkçı” modelidir.
Öyle ki; avcı avlanır, balıkçı balık tutar. Avcı avladığı fazla av hayvanını balıkçının tuttuğu fazla balıkla değiş tokuş yapar. Her ikisi de işlerinde uzmanlaştığında aralarındaki ticaret; karşılıklılık ilkesine göre, eşit koşullarda, karşılıklı fayda sağlayarak ve özgürce yapılır.
Ancak şu ana kadar ortaya koyduğumuz gibi, gerçek dünyada uluslararası ticaret bu teoriye göre yapılmıyor. Ticaret eşitler arası ve barış içinde yapılan bir şey olmaktan ziyade, egemen (yöneten) ile tabi olan (yönetilen) ilişkisine dayalı bir şekilde yürüyor. Merkez ile Çevre, sömürgecilerle sömürgeler ve “efendiler ile hizmetkârlar” arasında gerçekleşiyor. Sermaye-emek ilişkisinde olduğu gibi üst ve alt fonksiyonlar biçiminde bir işbölümü söz konusu. Bir taraf düşünüyor, planlıyor, örgütlüyor, diğer taraf ise işi yapıyor.
Azgelişmiş ülkelerin aleyhine
Bu işleyişin en somut kanıtı dış ticaret hadlerinin genel olarak azgelişmiş ülkelerin aleyhine bir gelişim içinde olması (kabaca azgelişmiş ülkenin ihraç ettiği malların fiyatlarından oluşan endeks ithal ettiklerinin fiyatlarından oluşan endekse göre daha yavaş artıyor. Bu da tarımsal ürün ve hammadde ihraç eden azgelişmişler aleyhine bir sonuç doğuruyor)
Kısaca bir ülke malını dışarıya göreli olarak daha ucuza satıp, dışarıdan daha pahalıya mal satın alıyorsa, böyle bir ticaretten kazançtan ziyade zarar eder. Bu nedenle de ticaret hadlerine bakılmaksızın gerçekçi bir dış ticaret değerlendirmesi yapmak doğru değildir.
Nitekim IMF verilerine göre (2): 2016 yılı baz yıl (endeks = 100) alındığında daha çok azgelişmiş ülkelerin ihraç ettiği gıda ve tarım ürünlerinin dolar cinsinden fiyat endeksi sadece yüzde 3,9 ve zirai hammadde fiyat endeksi yüzde 7,2 artarken; daha çok bu ülkelerin ithal ettikleri sınai girdi ürünleri fiyat endeksi yüzde 23,7; metaller fiyat endeksi yüzde 30,3 ve enerji fiyat endeksi yüzde 57,7 artış gösterdi.
Ulusal para değer kaybettikçe
Ayrıca döviz kurlarında yaşanan hızlı değişiklikler (azgelişmiş ülke ulusal paralarının dolar ve avro karşısında hızlı değer yitirmesi gibi) azgelişmiş ülkelerin sattığı mallardan elde ettiği gelirin giderek azalmasıyla, buna karşılık gelişkin ekonomilerin sattıklarından elde ettikleri gelirin artmasıyla sonuçlanıyor. Bu da (azgelişmiş ülkelerin ihracatları artarken ve ekonomileri büyürken dahi) daha da yoksullaşmasına neden oluyor.
Örnek vermek gerekirse, 2010 – 2019 döneminde Türkiye’nin nominal efektif döviz kuru (NEDK) yüzde 70’den fazla düştü (2010’da 100 olan endeksin değeri, 2014’te 69,3 ve 2019 Mayıs’ta 29,4’e geriledi). Yani TL, dolar ve avro karşısında çok ciddi değer kaybetti. Dış ticaretin döviz ile yapıldığı dikkate alınırsa bu kaybın neden olduğu zararın büyüklüğü ortaya çıkar.
Abartılı bir faydaya neden oluyor
Ayrıca bu ticaret sırasında ortaya çıkan çok sayıda sosyal maliyet (ekolojik tahribat gibi) hesaba katılmıyor. Dolayısıyla da dış ticaret fiyatları gerçek maliyetleri tam olarak yansıtmıyor. Bu durumda serbest uluslararası ticaretin ileri sürülen faydası gerçeği yansıtmıyor. Çünkü bu sosyal maliyetler çok arttığında dış ticaret (bir kısım özel sermayedarlar dışında) topluma faydadan çok zarar getiriyor.
Nitekim mevcut uluslararası ticaret pratiği altında, iki olmazsa olmaz üretim unsuru; işçiler ve doğa en düşük standartlarda (maliyetlerin düşük tutulabilmesi, böylece fiyatların düşük tutularak piyasada tutunabilmek için) yok edici bir rekabete maruz bırakılıyor.
Böyle çalışma koşulları altında işçilerin örgütlenmek ve hak mücadelesi için ne zamanları, ne de enerjileri kalıyor. İşçiler müesses nizamın istediği gibi, yaşam kavgası altında sadece hayatlarını sürdürmeye çalışan pasif nesnelere, işçi sınıfı ise kendisi için değil, kendinden bir sınıfa dönüşüyor.
Uluslararası ticaret serbestleştikçe küresel eşitsizlikler de artıyor. Bunun nedenlerinden biri (daha önce de vurgulandığı gibi) Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) aracılığıyla dayatılan küresel ticaretle ilgili kuralların az sayıda çok uluslu şirketin (ÇUŞ) yaratılan katma değerden giderek daha fazla pay almalarını sağlamaya hizmet ediyor olması.
Prof. Ghosh’un deyimiyle; “küresel değer zincirlerinin çeşitlenerek artması ÇUŞ’ların küresel ticarete konu olan malların ve hizmetlerin tasarımını, üretimini ve dağıtımını ele geçirmeleriyle sonuçlanıyor. Serbest ticaret tekelleşmeyi hızlandırıyor, bu da rant kollayıcı faaliyetleri, tahrip edici tutum ve davranışları artırıyor. Bunlarla baş edilmeden uluslararası ticaretten beklenen faydaların gerçekleşmesi ise mümkün değil”.
Kısaca, sanayi ve finans kapitalizminin 200 yılı aşkın tarihi (özellikle de neo-liberal kapitalist küreselleşme altında) serbest ticaretin de, korumacılığın da küresel ticaretin etkinliğini artırmadığı gibi; ülke ekonomilerinin emek ve doğa ile uyumlu bir biçimde gelişmesine, kalkınmasına, kriz, işsizlik, yoksulluk, gelir ve servet eşitsizliği gibi sorunların ortadan kaldırılmasına yardımcı olmadığını, tam tersine bu sorunları daha derinleştirerek dünyayı bir çöküşe doğru sürüklediğini gösteriyor.
Bu bağlamda yüzlerce mevcut anlaşmanın yanı sıra, bugün rafa kaldırılmış gibi görünen büyük çaptaki TPP, TIPP ve TISA gibi uluslar üstü serbest ticaret anlaşmalarının başta işçi sınıfı ve yoksullar olmak üzere, tüm halklar ve doğa üzerinde tahrip edici etkileri her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.
O halde dünya halkları açısından faydalı bir uluslararası ticaretin hayata geçirilebilmesi için bir kısmını yukarıda özetlediğimiz sorunların çözüme kavuşturulması gerekiyor.
Bir başka yolmalı, yoksa açılmalı
Böylece insanlığın ihtiyacının, karşılaştırmalı ya da mutlak üstünlüklere dayalı “serbest ticaret” ya da “korumacılığa” dayalı bir uluslararası ticaret değil, bir başka üretim tarzı altında ve enternasyonalist dayanışma ile uygulanabilecek “adaletli ve etkin bir uluslararası ticaret “olduğu gerçeği kabul edilmelidir.
Kuşkusuz böyle bir uluslararası ticaret modelinin dayandığı teoriler ve iktisadi yasalar, ana akım burjuva iktisat ideolojisi ve iktisadının yasalarından farklı olacaktır. Yani bunlar Arz-Talep Yasası ya da Karşılaştırmalı Üstünlükler Yasası gibi yasaların ötesinde yasalar olmak durumundadır.
Emek-Değer Yasası geçerliliğini koruyor
Bilindiği gibi Diyalektik ve Tarihsel Maddeci felsefeyi esas alan Marksist teori altında yer alan bazı ekonomi politik yasalar hem kapitalist, hem de sosyalist üretim tarzı için geçerlidir. İnsan iradesinden bağımsız olarak var olan bu yasalar sırasıyla: Üretici Güçlerin Gelişimi İle Üretim İlişkilerinin Uyumluluğu Yasası, Emek Üretkenliğinin Artışı Yasası ve Emek- Değer Yasasıdır (meta üretimi yasaları).
Kapitalist ekonominin diğer yasaları gibi, bu yasalar da (son tahlilde), Değer Yasasına (o da Tarihsel Maddeci Yasalara) tabidirler. Küresel kapitalist sisteme ilişkin Marksist çözümlemelerin Kapital’in birinci cildinde ele alınan Değer Yasası ile başlatılmasının nedeni de budur. Öyle ki değer olgusunu anlamadan sermaye birikimini anlamak mümkün değildir.
Böyle bir bakış açısı altında, uluslararası ticaretin Karşılaştırmalı Üstünlükler Yasasınca değil (yerli bir piyasadaki ticarette olduğu gibi) Değer Yasasınca yönetiliyor olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu yasayı kısaca özetlemek gerekirse: Piyasa fiyatları para cinsinden ölçülen üretim fiyatları etrafında dalgalanarak ve para sermaye olarak yatırılmış sermayenin maliyeti ve ortalama kâr oranı temelinde belirlenirler. Yani kapitalistler para ile işe başlarlar ve emeğe ve piyasa fiyatları ile ölçülen üretim araçlarına yatırım yaparlar (üretim araçlarının fiyatları da üretim fiyatları etrafında oluşur). Sermaye ve birikim süreci devresinde malların fiyatları açısından belirleyici olan tikel emeğin zaman cinsinden değeri değil, üretim fiyatlarıdır.
Diğer taraftan, sadece değerin üretim fiyatlarına dönüşümünü ve değerin piyasa fiyatlarına (çağdaş kapitalizmde bu oligopolcü fiyatlardır) dönüşümünü değil; ayrıca (Marx’ın döneminde olmayan) küresel emperyalist sistem altında değerin küresel fiyatlara nasıl dönüştüğünü analize dâhil etmek gerekir (6).
Böyle bir analiz, küresel ticaretin yüzde 80’inin ÇUŞ’ların uluslararası düzeydeki üretimi ile bağlantılı olduğu (7) gerçeği veri alınarak, Marksist Değer Kanununu “genelleşmiş”, “finansallaşmış” ve “küreselleşmiş oligopollerin” mutlak hâkimiyetinin olduğu bir dönemde, hem mevcut uluslararası ticaretin ve emperyalist sömürünün anlaşılmasını (küreselleşen değerin aktarılması anlamında) kolaylaştırabilir, hem de kapitalizm ötesi (sosyalist) bir üretim modelinde uluslararası ticaretin nasıl olması gerektiği konusunda bize yol gösterici olabilir.
Üçüncü Yol: “Adaletli ve Etkin Uluslararası Ticaret”
Aslında uluslararası ticarette yeni yollar, yöntemler bulmaya dönük arayışların tarihi çok eskiye gidiyor. GATT’ın kurulduğu 1940’lı yıllardan bu yana serbest ticaretin alternatifinin korumacılık değil, “adil ticaret (fair trade)” olduğunu ileri süren bir kesim var.
Günümüzde de varlığını sürdüren bu yaklaşımın örgütlerinden biri olan Sorumlu Ticaret Birliği’ne göre (8) “adil ticaret”; insanların yeterli ve güvenli gıdaya, insanlık hakkı olarak kabul edilen eğitim ve sağlık gibi haklara ücretsiz erişimine ve yaşanabilecek güzellikte bir çevre, temiz ve sağlıklı bir ortama izin veren bir ticarettir.
Böylece, “adil ticaret” (kapitalist sistem içinde), piyasaların ve sermayenin hegemonyasına karşı emeğin, doğanın haklarını savunan ve sürdürülebilir bir refah artışını öngören bir araç olarak ele alınıyor.
Bu çerçevede, “adil ticaret”, azgelişmiş ülke ihracatlarını gerçekleştiren üreticilere; yaşanabilir bir gelir ve adil iş pratikleri sunmak için tasarlanmış ve sürdürülebilir bir tarımı esas bir ticaret sistemi olarak tarif ediliyor. Üreticilerin tüketicilerin ihtiyacını ve talebini esas aldığını, gücü çiftçilere ve üreticilere vermeyi hedefleyen, böylece tüketiciyi, çiftçiyi, üreticiyi ve (kâr maksimizasyonu amaçlı yapılmadığından) doğayı koruduğunu ileri süren bir ticaret modeli olarak tanımlanıyor (9).
Bu ticarette üretim-dağıtım ve tüketim örgütlenmesi asıl olarak kooperatifler biçiminde yapıldığından, modelde aracılar mevcut değil. Bu da üreticilere müzakere ve pazarlık gücü veriyor. Böylece büyük şirketlere karşı kendilerini koruyabilecekleri varsayılıyor. Aracı- dağıtım kanalları devre dışı bırakıldığından maliyetler düşüyor kâr marjı artıyor ki, bu da piyasada kalmayı sağlayabiliyor.
Diğer yandan bu kârların (artık değer) bir kısmı okul, hastane, kültürel faaliyetler ve alt yapı gibi yerelin ihtiyaçlarını karşılamak için yapılacak yatırımlarda kullanıldığından, üretimin ve dayanışmacı sosyal yaşam biçiminin sürdürülebilirliği imkânı artıyor.
Gelecek yazı: Adaletli ve etkin bir ticaret için üçüncü yol….
Dip notlar
- Stephen Hymer, “Robinson Crusoe and the Secret of Primitive Accumulation”, http://monthlyreview.org, Volume 63, Issue 04 (September 2011).
- IMF, Primary Commodity Prices, https://www.imf.org/en/Research/commodity-prices (1 Temmuz 2019).
- Bank of International Settlements (BIS), Nominal effective exchange rates, Broad (60 economies) indices (2010- May 2019), https://stats.bis.org/statx/srs/table/i1. NEDK, bir ulusal paranın, dış ticaretteki paylarına göre ağırlıklandırılmış diğer ulusal paralar karşısındaki değişim oranını gösterir ve bunun üzerinde Merkez Bankalarının sadece çok sınırlı bir etkisi vardır.
- Robin Hahnel, The ABC s of political economy, Pluto Press, 2002, s. 126-127.
- Jayati Ghosh, “The Real Problem with Free Trade”, https://www.project-syndicate.org (10 September 2018).
- Samir Amin, The Law Of Worldwide Value, Monthly Review Press, New York, 2010, s. 11-14.