Saddam Hüseyin 1969’dan itibaren BAAS’a damgasını vurdu. BAAS diktatörlüğü kişi diktatörlüğüne dönüştü. Kapitalist sistem kendi çıkarları ile doğrudan çatışmadığı müddetçe ses çıkarmamış, aksine desteklemişti
Erdoğan Altan
BAAS, Irak’ta Kasım’ı 1963’te devirerek iktidara geldi. Irak BAAS’ı kendi iç iktidar mücadelesini 1968’de nihayete erdirdikten sonra ulus devlet inşasına yöneldi. BAAS retoriğinde yer alan sol öğelerin sahteliği bu partinin Irak’taki pratiğinde açıklıkla ortaya çıktı. Sadece Suriye BAAS’ının aksine doğrudan kapitalist blokla sıkı ilişkiler geliştirdiğinden değil, ülke içindeki pratikleri ile de şovenist diktatörlükten başka bir şey değildi. Fakat bu diktatörlüğün bir stratejisi ve varlığını korumak için dayanakları vardı.
Saddam tiranlığı
Her ne kadar 1979 yılında resmi olarak devlet başkanı olsa da Saddam Hüseyin 1969’dan itibaren BAAS partisinin Irak pratiğine damgasını vuran isim oldu. Bir süre sonra BAAS partisinin diktatörlüğü kişi diktatörlüğüne dönüştü. Bir yandan ulus iradesinin kendisinde somutlaştığı fikrine sahip olup öte yandan klasik hanedan devleti tarzı bir yönetimi esas almasının diktatörlüğünü zorun önde olduğu bir tür tiranlığa çevirdiği görülebilir. Muhaliflerini en şiddetli biçimde ortadan kaldırması ve bunu göz göre göre herhangi yasal bir işleyişe bağlama gereği duymadan yapması bundandır. Her ne kadar “yasal” bir rejimin gereklerini yerine getirse de bu yasallık onu bağlayan bir statü değildi. Zorun yanında halkına maddi zenginlik, şan ve şeref muştulaması de gözle görülür bir niteliktir. 1979’dan itibaren girdiği tüm savaşların temelinde bu vaat vardır. Hem İran’a hem de Kuveyt’e açtığı savaşta kitleleri belli oranda ikna etmiş olduğu bu temelde gözden kaçmamalıdır.
Sahte bağımsızlık
Neredeyse her diktatör gibi olabildiğine pragmatik olan Saddam hem Kürtlerle hem de ülke içindeki farklı güç odaklarına zaman zaman zeytin dalı uzattı. Fakat onun bu niteliği en fazla dış ilişkilerde göze çarptı. Dış güçlerle işbirliğini, kendi çıkarını emperyalist odaklarla paralel yürütmeyi uzun süre başardı. Buna rağmen Sovyetler’den doğrudan düşmanlık görmemesi hatta Kürt soykırımına yöneldiği Halepçe katliamı gibi durumlarda onun da desteğini alması Sovyetler’in yıkılışa doğru giden süreçte sosyalist değerlerden ne kadar uzaklaştığını gösterdiği gibi Saddam’ın kıvrak dış politikasının başarısını da sergiliyordu. Bu hem kendi gücünü abartmasına hem de ulus devletin sahte “bağımsızlık” önermesine sıkı sıkıya bağlanmasına da yol açtı. Bu aynı zamanda onun sonunu getirecekti.
Sahte tarih
Saddam’ın yaratmaya çalıştığı toplum modeli ulus devlet mantığının zihinsel her tür öğesini içinde barındırıyordu. Antik Irak’tan bu yana tarihsel bütünlüğe yapılan atıflar bu ulusun harcı haline getirilmeye çalışılıyordu. Sahte bir tarih algısı yaratılmak istenmesi gibi zihinsel projeler var olsa da tek tipleştirme çabalarının özü şiddete dayalıydı. Farklılıklara saldırı ulus devletin doğası gereğiydi ve asimilasyondan katliama, soykırımın her çeşidi Saddam’ın Irak’ında vardı. Fiziki kontrolsüz şiddet ve vatandaşlarına istediği her muameleyi reva görme gibi ulus devletin sınır tanımaz hali Saddam Irak’ının normal uygulamalarıydı. Kapitalist sistem buna kendi çıkarları ile doğrudan çatışmadığı ve Sovyetler’e yanaşmadığı müddetçe ses çıkarmamış, aksine her yönden desteklemişti. Bu durum Saddam’da sahte bağımsızlık algısını güçlendirmişti. Kapitalist sistemin vermiş olduğu destek Kürt halkına ve isyana öncülük eden partilerin tüm eksikliklerine rağmen bitmeyen direnişine vahşice saldırmasında elini rahatlatıyordu. Aynı şey Şiilere yönelik katliamlarda da geçerliydi. Ne Kürt halkının doğal hakları tanınıyor ne de Şiilerin kutsallarına saygı gösteriliyordu.
İşgal ve dağılış
ABD’nin 2003’teki Irak işgali Saddam rejimini genel kamuoyunun tahmininden çok daha hızlı çökertmiş fakat Irak’ta ABD’ye karşı direniş de yine tahmin edilenden çok daha uzun, karmaşık ve çok yönlü sürmüştür. Fakat bu öngörüsüzlük Ortadoğu gerçeğini anlamamaktan kaynaklanmaktaydı. Klasik bir ulus devlet olarak gördükleri Irak’ın ordusunun ciddi bir direniş sergileyeceğini beklerken hatalıydılar, toplumun onları diktatörden kurtaran özgürlük kahramanları olarak karşılayacağını beklerken daha da hatalıydılar. 1999’da Sırbistan’a düzenlenen operasyonla birlikte Irak işgali ulus devlete dayalı sistemin tek kutuplu dünyada artık şeklen bile geçerli olmadığının simgesiydi. Ama ilki ne kadar az sorunla atlatıldıysa ikincisi ise kaosu o kadar artıracaktı. İç savaşla paramparça edilen Yugoslavya’dan arta kalan Miloseviç’in Sırbistan’ı var olan kurumsal yapısı nedeniyle bu geçişi çok zorlanmadan atlatmıştı. Fakat Saddam’ın Irak’ında en kurumsal görünen ordu bile kısa sürede çözülmüş ortada devlet örgütlenmesi adına bir şey kalmamıştı.
ABD ilk olarak Batı’daki Saddam muhaliflerine bel bağladı. Fakat bu yapıların niteliği çok geçmeden açığa çıktı. Doğrudan işgal yönetimi ardından iktidarın devredilmesi süreci başladı. Fakat bu süreç boyunca ABD önce aynı anda sert bir Şii ve Sünni Arap direnişi ile karşılaşmakla kalmadı aynı zamanda bir mezhep savaşı da başladı. Irak herkesin herkesi öldürebileceği herkesin herkesle düşman olduğu bir cehenneme dönüşmüştü.
Mezhep savaşı
İki tarafa da sert bir şekilde yönelmenin çok mümkün olmayacağını anlayan ABD önce Şiilerle anlaşarak daha öncellikli sorun olarak gördüğü El Kaide öncülüğündeki Sünni Arapları hedefledi. Fakat bu bir yandan İran’ın Irak’ta temel bir aktör olmasının önünü açarken diğer yandan bu sefer devlet olanaklarına kavuşan Şiilerin Sünniler üzerinde baskıcı bir politika uygulamasını getirdi. Göreve gelen Şii hükümet görevlileri demokrasiye en az Saddam kadar yabancı olduklarını sergilemekte bir sakınca görmediler. Onları sınırlayacak bir şey de yoktu. Özellikle Nuri Maliki’nin başbakanlık dönemi bu açıdan en olumsuz pratiklerin sergilendiği dönem olarak kayda geçti.
ABD şiddet sarmalının gittikçe kendine daha fazla zarar verdiğini görünce aklında Vietnam Sendromu ile bu girişimin başarısızlığını itiraf ederek kendini kurtarmaya çalıştı. Bunun için Sünni aşiretleri bir şekilde tatmin etmek zorunda olduğunu biliyordu. 2007-2008 arası Sünni aşiretlerin üst kesimleri daha çok maddi olanaklarla sisteme entegre olmaya razı oldular ve şiddet görece düştü. Fakat bazı unsurlar alt kesimlere dayanarak daha da radikalleşip dar alanlarda etkili olmaya başladı. DAİŞ’in tohumları da bu süreçte atıldı. Bu örgütün büyük alanları kontrol etmeye başlaması için 2013 sonrasını beklemesi gerekecekti. Ve bu sadece Irak için değil tüm bölge hatta dünya için büyük bir soruna dönüşecekti.