Kamuoyunda “ulusalcı” olarak bilenen, AKP’nin ezeli düşmanı zannedilen şahısların birer, ikişer yengeç misali yanlayarak, Saray’ın sepetine düştüklerine şahit oluyoruz. Bizim için bu transferler çok şaşırtıcı olmasa da muhalefet, seçmeninin genelinde şaşkınlık ve infial duygusu uyandırıyor. Bu tür Saray’a kapaklanma haberleri sonrası “döneklik, şahsi çıkar ya da özel hayattaki bazı açıklar” şeklinde duruma izahatlar getiriliyor. Halbuki olan biten şey tekil bir mesele değil, tamamen ideolojik. Saray’a kapaklanan ulusağcıların karakter bozukluğu gerçeğin sadece küçük bir parçası. D. Perinçek, M. Feyzioğlu, H. Cevizoğlu, M. Ali Çelebi, Ü. Kocasakal ve “eski devletin” kalantor bütün aparatları Saray rejiminin bir parçası olurken sadece ikamet değişikliği yaptıklarını, geçmişteki siyasi çizgilerini olduğu gibi muhafaza ettiklerini ısrarla söylüyorlar. Perinçek, “Biz değişmedik, AKP bizim çizgimize geldi” derken eski devlet ve yeni devlet çatışmasının “devlet masası” kurularak çözüme kavuşturulduğunu itiraf ediyor.
Sistem muhalefeti tarafından “geleceğin genelkurmay başkanı” olarak görülen pilot M. Ali Çelebi, Saraya iniş yapmak üzere alçalışa geçtiği günden beri döneklik ve ihanet ile suçlanıyor. İhanet suçlaması nedeniyle M. Ali Çelebi iki defa Saray pistine iniş yapamadan pas geçmek zorunda kaldı. M. Ali Çelebi üçüncü alçalışında nihayet başarıyla Saray’a iniş yaptı. Döneklik suçlamalarına ateş püsküren Çelebi, “terörle mücadele eden Saray’ın yanında olmaktan onur duyacağını” ısrarla tekrarladı. Neticede bu tartışmanın mağlubu Çelebi değil, Çelebi gibi basit bir kurşun askerden kahraman yaratma peşinde koşanlar oldu.
Ulusağcıların AKP’ye düşmanlığının başlıca sebepleri; askeri statükoya müdahale, devlet ideolojisinin din referanslı liberalize edilmesi ve Kürt sorununda şiddet dışı “çözüm” arayışlarıydı. Bu başlıkların hepsinde AKP’nin samimiyetsiz olduğu bilinse de çatışma kaçınılmazdı. Ortadoğu’da yürütülen alt-emperyalist politikalar dinin araçsallaştırılması ihtiyacını arttırdı. Geçmişte Yusuf Akçura tarafından formüle edilen “Üç tarz-ı siyaset: Osmanlıcılık-İslamcılık-
Türkçülerin siyasal İslamcıya, siyasal İslamcıların Türkçüye dönüşmeleri fantastik bir dönüşüm gibi görünse de Türk egemen devlet siyasetinde her yirmi beş yılda bir görülen bir olgu. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” olmak İttihat Terakki ve Hürriyet İtilaf taraftarlarının buluşma noktası. 12 Eylül 1980 faşist darbesi öncesi “komünizm tehlikesi”ne karşı Milliyetçi Cephe kuran bu iki eğilim, 1980 sonrası “Kürt tehlikesi”ne karşı tekrar bir yakınlaşma içine girdiler. 6-8 Ekim Kobanê ayaklanması, Rojava’da Kürtlerin elde ettiği statü karşısında panikleyen Türk-İslamcılar ile İslamcı Türkçüler hızla yeni bir M.C. kurma ihtiyacı hissettiler. Perinçek’in işaret fişeğini yaktığı, ardından “anlı-şanlı” ulusağcıların Saray’da buluştuğu olay dizisi (ayrıntılara girmezsek) böyle başladı.
Otokrasi severlik, özgürlük düşmanlığı, insan haklarından nefret Saray rejimini oluşturan her iki kanadın da ortak özelliği. Kürt hareketi, devrimciler, demokratlar, kadın hakları savunucuları Türk-İslamcıların ortak düşmanı. Sol siyasetten aşırdıkları antiemperyalizm vb. sözcükler kendi faşist propagandalarını süslemek açısından gayet işlevsel. ABD ve AB, Kürtler ve insan hakları lehine birkaç kelam ettiği takdirde emperyalist, tank-top-F16 tedarik ettiği ölçüde “stratejik ortak” olarak adlandırmak en iyi bildikleri politik manevra alanı. Antiemperyalizm sözcüğü, Kürt düşmanlığının geniş bir zemine yayılması açısından kilit öneme sahip. NATO’nun üyesi olmak ve hatta NATO ordusundan maaş almak “antiemperyalist” olmaya engel değil (!) Kürtlerin ulusal hak ve hukuklarını savunan herkes terörist ve emperyalizmin işbirlikçisi (!)
Bu kadar oynak bir zeminde politika yapan ve “devletin bekası” gereği Saray’a kapaklanan ulusağcılar için geri sayım kaçınılmaz görünüyor. Saray rejimi çöktüğü durumda ele geçirdikleri devlet aygıtlarıyla iktidarda söz sahibi olacaklarını düşünseler de önümüzdeki seçim süreci birçok açıdan tayin edici olacak. Demokrasi güçleri, Saray rejimini yenilgiye uğrattığı ölçüde güç kazanacak. Saray rejimi kazansa bile demokrasi mücadelesi her koşulda devam edecek. İktidar ve ikbal peşinde koşan ulusağcılar ise ya AKP ile birlikte seçim mağlubiyetine uğrayacaklar ya da “temas mutlak” askeri terimine uygun şekilde Saray entrikalarının kurbanı olmaktan kurtulamayacaklar.