Fırat Can’ın ‘Umuda Bir Ülke’ adlı romanı bir mücadelenin serencamı olarak dursa da bir mücadeleye övgü romanıdır. Ne de olsa ‘sonu gelmemiş bir romanın’ romanını yazmak cesaret ister, yazar da cesareti yazmış
Ahmet Güneş
Öğrendiklerimiz bazen karşımıza çıkar. Bir kitapta, bir şarkıda, bir şiirde ya da herhangi bir tesadüfün orta yerinde. Tercih hakkımız olmaz çok defa. Çünkü hayat ve hayal iç içe, birbirinin peşinde sürüklenir. Bir arada olmak için illaki bir sıralamaya ya da yakınlığa ihtiyacımız olmaz. İnsanız, her şeye çok çok yakınız.
Yazar Fırat Can’ın Aryen Yayınları (Weşanên Aryen) etiketiyle yayınlanan ‘Umuda Bir Ülke’ adlı romanının ilk baskısı 2017’de, ikinci baskısı ise 2019’da yapılmış. Henüz okuma fırsatı bulduğum roman, aslında adı gibi bir ülke romanı. Ülke dediğimiz sömürgeleştirilmiş bir ülke, yani Kürdistan. Sömürgeleştirilmiş bir ülkede her şey çok hızlı akar. Bir günde birçok şey meydana gelir. Yıllar içinde o denli şeyler yaşanır ki, unutmak bazen o ülkenin kaderi oluverir. Bundan da nasibini en çok yaşanmışlıklar alır.
Yaşanmışlık dedik; ülke ile başlıyorsa bambaşka kapılar açılıyordur o esnada. Birbirine tezat olaylar ve kişiler de serpiliyordur. Böylesi bir ülkede sıradan olan hiçbir şey yok ama her şey sıradanlaşır. İşte burada o ülke evlatlarının icraatları devreye girer. Bir müdahale gibi hem de. Fırat Can da ülkenin hızlı enerjisi ile hızlı diyalog ve akıcılığı ile bu romanı yazmış.
Ne yalan söyleyeyim, bu romanı böyle geç okuduğuma en başta üzüldüm. Sonra da böyle bir romanı okumuş olmanın heyecanını her sayfasında yaşadım. Sanırım bir okur olarak bana kalan da bu oldu; her sayfada heyecanlanmak. Yazar Can, tarihsel bir romanı yazmış diyebiliriz. Aynı zamanda bir ülkenin hafızasına da yolculuk etmiş. Kitabın kurgusu ve dili insanı merakta bırakarak ilerliyor.
Açıkçası Can’ın bu romanı üzerinden bir önyargımı da belirtmek isterim. Kitabı elime aldığımda, yazarın cezaevinde bu romanı yazdığını görünce ilk başta biraz mesafeli durdum okumaya başlarken. Yanlış anlaşılmasın, cezaevindeki insanların kötü kitap yazdığını hiç düşünmüyorum. Tam tersi, cezaevindeki insanlar elbette çok iyi romanlar, şiirler, anlatılar yazıyor. Mesele kitabın dışarıya taşınmasındaki aksaklıklar.
Örneğin bir yazarın yazdığı romanın yayınevine gönderilmesi, öncesi dijital ortama aktarılması, sonra da son taslağının yazara ulaşması, editör-yazar ilişkisi ve tartışmalar, öneriler gibi ‘mekansal ve zamansal’ sorunlar çok iyi bir kitabı hırpalayabiliyor. Bir de cezaevindeki yazarların kitabını basan çok az yayınevini, uğraşmak istemeyen yayıncıları ve editörleri hesaba katarsak, gerçekten meşakkatli bir iş. Neyse ki Fırat Can’ın bu romanı en az tahribatla okuyucu ile buluşmuş.
Can’ın ‘Umuda Bir Ülke’ romanına dönecek olursak; en önce yazarın diline hayran kaldım. Kuşkusuz roman kurgusunda okuyucunun merakını sürekli diri tutması da cabası. Evet, roman bir ülkenin hikâyesi ama en başta da bir savaş romanı ve elbette bir kadın romanı. Diğer taraftan bakacak olursak da bir erkek romanı.
Sömürgeleştirilmiş bir coğrafyanın bedene ve cinsiyete dayalı sömürge politikası romanın ana fikri olarak öne çıkıyor. Kadınların toplumdaki yerini kurcalayan yazar, devletin ve toplumun müdahalesini de okura aktarıyor.
Serin bir veda ile başlayan roman, 90’lara götürüyor bizi bir anda. Bölüm bölüm ilerleyen birçok hikayenin ve yaşanmışlığın tanığı ediyor okuru. PKK’nin ortaya çıkışından sonra halkın tepkisi, kadın ve erkeklerin buna ilgisi, devletin aparatları, Hizbullah gerçeği bir bir farklı olaylarda bir hafıza tazelemesine götürüyor okuru. Kadın özgürlük mücadelesinin devletle savaşını görürken, erkek aklının bu mücadeleye karşı refleksini de görüyoruz.
Umut ve heyecanla kitabı okurken, vahşetin çıplak haline de tanık oluyoruz bu romanda. Kadınların özgürlük için dayanışması, intiharlar, kahramanlıklar ve ihanetler ardı ardına karakterlerle kendini gösteriyor. Özellikle romandaki diyalogların akıcılığı, yazarın ülke jargonuna hakimiyetini de okura gösteriyor.
Şahsen kitabı elime alır almaz iki yüz sayfasını bir çırpıda okudum. Bu arada, kitap 318 sayfa. Sürükleyici olaylar dizisi ve sarih anlatımı ile yazar hünerini okura gösterirken, insan bir sonraki romanını da merak ediyor. Karakter çözümlemeleri, ev halleri, ihanetin ve zaferin karşılaşması gibi birçok konuya aşikar olan Can, zaman kurgusunu da çok iyi belirlemiş.
Bir taraftan da kitabın adı gibi, bir umutla başlayan mücadele, özlenen ülkenin inşasına dair de biraz uyarıcı oluyor. Bunca bedel, bu kadar yaşanmışlık varken, insan nereden nereye diye düşünüyor. Yine de Can’ın romanı bir mücadelenin serencamı olarak dursa da bir mücadeleye övgü romanıdır. Ne de olsa ‘sonu gelmemiş bir romanın’ romanını yazmak cesarettir. Bu cesaret kitapta geçen şu gerçeğe de bir selamdır: “Savaş, istenilen değil, verilmek zorunda kalınan bir şeydi; doğası gereği de yıkıcı bir şeydi. Ama kaçınılmaz olarak yaşandığında da, bunun asgari düzeyde bile bir ahlakının olması gerekirdi.”
Yazarın yabancısı olmadığı bir hayattan ülkenin tarihsel gerçeğine uzanan bu roman dilerim daha çok okuru bulur. Direnişin zarafeti, ihanetin vahşiliği yazarın ‘acımasız’ üslubu ile okura nerede durduğunu ve durmasını gerektiğini gösteriyor.
‘Leyla Gürbüz (Viyan Arjîn) ve Bêrîtan Encü şahsında özgür bir yaşam uğruna toprağa düşenlere’ adanan bu kitap, umutlu bir ülkeyi ve o ülkenin yarattığı güzelliği anlattığı için özellikle bugünlerde karamsarlığa yer olmadığını bize tekrar tekrar gösteriyor.