Rusya-Ukrayna savaşı ikinci yılını tamamladı. İki taraftan toplam can kaybı milyon rakamını aşmış durumda. Rusya’nın verdiği kayıplar, Sovyetler Birliği dönemi ve sonrasında Afganistan’da ve Çeçenistan’da yaşanan askeri çatışmalardaki rakamları katlayarak aşıyor. Bundan sonra İkinci Dünya Savaşı’nda verilmiş kayıplarla kıyaslanacak gibi görünüyor. Nüfusu Rusya’dan çok daha az olan Ukrayna ise yalnızca silah, teknoloji ve mühimmat sıkıntısı yaşamıyor; cepheye gönderecek asker bulamama eşiğine dayanmış durumda.
Geçtiğimiz 16-18 Şubat tarihlerinde Avrupa ve ‘hür dünya’nın temsilcileri Münih Güvenlik Konferansı’nda bir araya gelerek en çok Rus tehdidini konuştular. Avrupa’nın daha çok silah üretme gereği üzerinde duruldu. ABD’de Donald Trump’ın başkanlık seçimini kazanması halinde Avrupa’nın güvenlik riskinin artacağı dile getirildi. Silahlanma ve askeri eğitim gibi savaş hazırlığı tedbirleri ciddi olarak gündemde. Almanya başbakanı Olaf Scholz, ülkesini beş yıl içinde savaşa hazır hale getirecek tedbirler aldıklarını daha önce belirtirken İngiltere’de zorunlu askerlik hizmetinin getirilmesi gündemde. Bu kaygılar ve gelişmeler, bazı strateji uzmanlarının Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığı yönündeki iddialarını doğrular nitelikte. Ama konferans çerçevesinde en çarpıcı beyan Fransa devlet başkanı Emanuel Macron’dan geldi. Macron, Avrupa ülkelerinin Ukrayna savaşına yalnızca silah yardımıyla değil fiilen ordu birliklerini göndererek destek vermeleri gerektiğini söyledi. Fransa, dünyada nükleer silahlara sahip sayılı ülkelerden biri.
Rusya devlet başkanı Vladimir Putin, Macron’un restini hemen gördü ve ‘ulusa sesleniş’ nutkunda Avrupa ülkelerini Rusya’yı tehdit oluşturacak herhangi bir adım atmamaları konusunda uyardı. Bu uyarı bağlamında, geçmişe referansla Napolyon’un hüsranla biten Moskova seferini hatırlatmakla kalmadı; gelecek projeksiyonu da yaparak nükleer savaş tehlikesini zikretti. Rus savunma yetkilileri, bu nutuktan aldıkları ilhamla yeni füzelerini ve diğer silah teknolojilerinin detaylarını basın ve kamuoyuyla paylaşarak Batı’yı iyice korkuttular. Avrupa kamuoyu, uzun bir süre Rus tehdidini, özellikle de nükleer savaşın olası hedefleri ve sonuçlarını tartışacağa benziyor.
Putin, Ukrayna savaşından önce 2021 yılında, bu tehlikeyi daha felsefi referanslarla gündeme getirmişti. Dünya Ekonomik Forumu’ndaki konuşmasında, küresel sorunlar ve dengesizlikler sonucu ‘herkesin herkesle savaşı’ durumuna dönüldüğü koşullara doğru sürüklenildiğini belirtmişti. Putin’in bu konuşmada 17. Yüzyıl İngiliz filozofu Thomas Hobbes’un ‘doğal durum’ tanımını kullanması dikkat çekiciydi. Hobbes’a göre ‘herkesin herkesle savaşı’ terimiyle tasvir edilen doğal durum, bireylerin güvenliğini garanti altına alan bir kolektif otorite olarak Leviathan’ı oluşturacak bir toplumsal sözleşme yoluyla aşılabilirdi. Hobbes’un Leviathan’ı liberal düşüncenin kökenini oluşturduğu kadar, otoriter siyasal eğilimlerin de temelinde yatmaktadır. Uluslararası ilişkiler dalında da Hobbes felsefesi kaynaklı realist ekolün temelini oluşturan devletlerarası ilişkiler imgesi, ‘silahlarını birbirlerine doğrultarak karşısındakinin gözünün içine bakan gladyatörler’ şeklindeydi. Putin’in penceresinden görülen dünya manzarası, bu açık ‘realizm’ referansı üzerinden anlaşılabilir.
2014 Oscar adayı Adrei Zvyagintsev imzalı ‘Leviathan’ filminin, bir kasaba belediye başkanının portresini sunuyor olmasına rağmen Kremlin’e yakın çevreler tarafından Batı’nın emirleri altında yapılmış bir anti-Putin manifesto olarak eleştirilmesi bütünüyle mesnetsiz değildi. Çünkü bu film, Hobbes’un Leviathan çözümünü modern felsefenin farklı bir kaynağına referansla eleştiren bir niteliğe de sahipti. Bu referansı görmek için ulusa sesleniş nutkuna yeniden bakmak gerekiyor. Putin’in sözünü ettiği nükleer tehlikenin kaynağı, yani Avrupa başkentlerini nükleer başlıklarla vurmaya hazır uzun menzilli füzelerin çoğunluğu, Rusya’nın en batı ucundaki Kaliningrad şehrinde üslenmiş bulunuyor. Eski adı Köningsberg olan bu küçük Doğu Prusya şehri, yakın tarihe kadar Almanya toprağıydı; 1945 Potsdam Anlaşması’yla Sovyetler Birliği topraklarına katılarak şimdiki adını aldı. Dahası, Köningsberg’de 1724 ile 1804 tarihleri arasında çok önemli bir insan yaşadı. Aydınlanma felsefesinin ve Alman idealizminin dev ismi Immanuel Kant, bu şehirdeki Albertina Üniversitesi’nde mantık ve metafizik hocasıydı. Bazı kaynaklar Kant’ın hayatı boyunca şehrin sınırlarından dışarı adım atmadığını iddia etseler de bunu doğrulayacak bir kanıt bulunmuyor. Yine de, büyük filozofun fiziki dünyasının neredeyse Köninsgberg’le sınırlı olduğu konusunda bütün biyografi yazarları hemfikir.
Kant, tarihi adı Köningsberg olan ve bugün Rusya’nın nükleer cephaneliği niteliği arz eden o şehirde, Hobbes’un uluslararası ilişkiler kuramına bir alternatif üretmişti. ‘Herkesin herkesle savaşı’ doktrinini eleştirerek karşısına ‘kalıcı barış’ kavramını koydu. Kalıcı barış, ulusal ölçekte demokratik yönetimin esas alınması, uluslararası ilişkilerde ticaret kardeşliğini öne çıkaran ekonomik birliklerin teşkili ve birbiriyle uyumlu devletlerden oluşan bir federasyon gibi öneriler üzerine kurulu bir kavramdır. Kant, kalıcı barış için saldırgan imparatorlukları durdurmak ve yenmek üzere cumhuriyetlerin ortak askeri güç oluşturmaları gereğine de değinmişti. Birleşmiş Milletler, Ortak Pazar, Avrupa Birliği hatta NATO gibi birçok uluslararası siyasal, ekonomik ve askeri işbirliği kurumunun felsefi temelleri, Kant’ın ‘kalıcı barış’ doktrinine dayanmaktadır.
Bu kurumların ve Batı devletlerinin, filozofun hayalini kurduğu kalıcı barışı sağlamaktaki başarı dereceleri ciddi bir soru olarak tartışılmayı beklerken bugünün Kaliningrad’ı, Thomas Hobbes’un ‘herkesin herkesle savaşı’ doktrini temelinde nükleer silahların ateşlenme riskini çağrıştırıyor. Ama unutmamak gerekir ki, tarihteki adı Köningsberg olan aynı şehir, Kant felsefesinin temelindeki ‘kalıcı barış’ fikrinin de anayurdudur.
Hafıza, umutsuzluğun panzehiridir.