Ertuğrul Kürkçü
Salı akşamı, 1 Türk lirasının uluslararası piyasadaki değeri, 0,07 Euro’nun altına indi ve Ankara, İstanbul ve İzmir’de apansız yoksullaştırılmalarına isyan eden insanlar “Tayyip istifa” çağrılarıyla apansız sokağa çıktılar. Hep olduğu gibi, “her şey bir anda oldu.” Ne sokağa çıkanlar o akşam sokağa çıkacaklarını, ne rejim güvenliği çığın o an kopmaya başlayacağını biliyordu, ama vakanüvisler şimdiden, günlüklerine kaydetmiş olmalıdırlar: Rejimin çöküşü 23 Kasım’da başladı!
Sokaklardakiler henüz yüzlerle sayılabilseler de kendileri gibi düşünen, hisseden milyonların isyanını dile getirdiklerinden kuşku yok. Kuşatıcı ekonomik kriz, farklı toplumsal ve ekonomik koşular altında yaşayan geniş ve heterojen sınıf ve toplulukların yaşantısını hep birden ve derinden etkiliyor; yoksulluk, yoksunluk ve işsizlik kitleselleşiyor ve derinleşiyor. Öte yandan üretim ve ihracatı esasen ithalata dayalı bir ekonominin bu koşullar altında olağanüstü tedbirler olmaksızın genişleyerek yeniden üretimini sürdürmesi, iç talebi karşılaması giderek imkansızlaşıyor. Yokluk ve kıtlık kapıda. Tarım Kredi Kooperatifleri, ve diğer perakende satış şirketleri şimdiden un, yağ, şeker, süt gibi temel gıda satışlarında kota uygulamaya başladılar. Fiyatlama ve tedarikte önlerini göremeyen firmalar peş peşe satış ve üretim durdurma kararları açıklıyor.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) verilerine göre Eylül 2021’de bin 687 şirket kapandı. Son bir yılda kurulan yeni şirket sayısı yüzde 4, gerçek kişi ticari işletme sayısı yüzde 15,3, kooperatif sayısı yüzde 18,6 azaldı. 2021 boyunca 10 bin dolayında, yirmi aydır süregiden COVID 19 salgını sürecinde 112 bin 710 küçük işletme kapandı. Bunların bir kriz göstergesi olduğuna kuşku yok. Ancak, Erdoğan’ın parasal politikalarının yol açtığı kargaşalıkların öne çıktığı şimdiki tablo “faiz-döviz” sarmalından ibaret değil. Bu tablonun gerisinde iç içe geçmiş ekonomik, politik, mali ve toplumsal krizlerin bir arada işleyişi var.
Merkez Bankası’nın faiz indirimi kararlarıyla TL’nin değer kaybını sistematikleştiren Erdoğan’ın parasal tercihleri, esasen “ahbap çavuş kapitalizmi”ni büyük çoğunluğun yoksullaşması pahasına sürdürme iradesinden kaynaklanıyor. Büyük çoğunluk yoksullaşırken “kârlarını daha da artıran bir sermaye kesimi” var. İktisatçı Prof. Ümit Akçay, “Her ne kadar ithal girdi oranı yüksek olsa da özellikle emek yoğun sektörlerde çalışan ihracatçıların bu süreçten kazançlı çıktığı aşikar,” diyor. “Bunun yanında gıda, tekstil gibi sektörlerin bu süreçten kârlı çıktığı aşikar. Faiz indirimi inşaat sektörü […] için de çok önemli. Çünkü Türkiye’de konut stoku var ve faiz indirimine en çok duyarlı sektörlerden biri inşaat sektörü. Kredi ile borçlanarak konut alabiliyor insanlar. Dolayısıyla satılabilmesi için mevcut konutların, faizlerin düşmesi gerekiyor. Örneğin işçi ücretleri TL ile ödeniyor. Ama dövizle geliri olan ihracatçıları düşününce işçi ücretlerini düşürmenin bir yolu aynı zamanda. TL’deki düşüş sayesinde maliyetleri de düşüyor bu kesimlerin. En azından işçilik maliyetleri.”
Rejimin diğer açmazlarıyla -toplumsal onayın yitirilmesi, uluslararası itibar kaybı, ahlaki ve politik yozlaşma, yönetim krizi- bir arada düşünüldüğünde Erdoğan’ın parasal ve iktisadi politikalarının esasen “2023 hedefleri” -yani Cumhurbaşkanlığını koruma kaygısı- ile tutarlı olduğunu söylemek mümkün. Nitekim Erdoğan’ın “habercisi” Hande Fırat’ın “Cumhurbaşkanlığı kaynakları”ndan aktardığına göre rejimin tek hedefi “büyüme.” “Türkiye ekonomisi, 2021’in ikinci çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 21.7 büyü[müş]. İhracat ekimde geçen yılın aynı ayına göre yüzde 20.2 artışla 20.8 milyar dolar ol[muş]. Ocak-ekim döneminde ise ihracat geçen yılın aynı dönemiyle karşılaştırıldığında yüzde 33.9 artarak 181.8 milyar dolar ol[muş].”
“Büyüme”nin sürdürülebilmesinin can suyu olan işgücü fiyatının sudan ucuz hale getirilmesi, Erdoğan’ın faiz-döviz tercihlerinin otomatik sonuçlarının başında geliyor. Merkez Bankası Başkanı bunun aynı zamanda uluslararası sermayenin “ucuz emek piyasası”na ulaşmak için Çin’e kadar gitmek yerine Türkiye’ye yönelmesi için bir fırsat olduğunu da haber veriyor.
Bu koşullar altında, rejimin bu imkânsız senaryoyu uygulamak, bir yıl içinde peş peşe her çeyrekte rekorlar kırarak büyümeyi sürdürmek için canını dişine takmaktan başka bir çaresi yok. Bunun pratik karşılığı, iktidar blokunun çabalarının 2022-2023 boyunca kendi “çekirdek seçmen tabanı”nı ve kendi sermaye fraksiyonunu tahkim etmeye, bu amaçla bütün kaynakları o yöne sevk etmeye; bu stratejinin finansmanı için bütün gücüyle işçi sınıfının üzerine çökmeye ve siyasi alternatifleri ve diğer muhalefet dinamiklerini kötürümleştirmek üzere seferber etmeye odaklanmasından ibaret. Bilinen klişeyle: “Zam, zulüm, işkence…”
Rejimin bu bağlamda Erdoğan’ın tercihlerinin eseri olan krizin kendisini ve krize gösterilen reaksiyonları -olağanüstü hal de dahil- olağanüstü önlemleri gerekçelendirmek için istismardan ar etmeyeceği aşikâr. O nedenle halk protestolarının su yüzüne çıkmasıyla birlikte iktidar blokunun “engerekleri ve çıyanları”nın artık kargacık burgacık el yazısı “mektuplar” yerine yazıcıdan çıkmış basın açıklamalarıyla “devletin sahibi” olarak zuhur etmeye başlaması hiç şaşırtıcı değil. Restorasyoncu “muhalefet”in, halk protestoları gündeme düşer düşmez geleneksel refleksleriyle toplumsal muhalefetin önünden çekilip, arkasına geçerek “durun, yapmayın” çağrılarıyla bir düzen gücü olarak sahneye fırlaması da şaşırtıcı sayılmaz.
Bir üçüncü kutba işte bunun için ihtiyaç var: Çoklu krizlerin ezilenler kutbundakilerin Erdoğan’ın stratejilerini boşa çıkartan, muhalefetin tabanındakilere ise zihin açıklığı ve cesaret aşılayan çoğulcu ve dinamik bir sivil itaatsizlik taktiğiyle yanıt vermelerini sağlamak için; Kürtlerin kendi kaderlerini tayin taleplerini, Alevilerin hak talepleriyle, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesini, kadınların erkek egemenliğinden özgürlük kavgasıyla birleştirmek için… 2021’i 2023’e götüren yol, toplumsal mücadelelerin ortasından, yeni sınıf mücadelelerinden geçiyor. Bu yoldan geçmeden seçim sandıklarına ulaşılamayacak.