53 yıl önce tam bugün (13 Ocak 1967) kaybetti sanat dünyası onu. Sadece İran’ın değil, dünyanın önemli bir sanatçısı,kadın kimliğine dair başkaldırının bir öznesiydi. ‘Kuş ölür, sen uçuşu hatırla’ dizesindeki gibi, yıllar geçse de hem eserleriyle hem de kadın mücadelesindeki rolüyle gündemde kaldı. Şiirleri okunduğunda ‘neler yaşadı da ona bu dizeleri yazdırdı hayat?’ diye sormadan edemez insan.
Cevabı zordur bunun ama konu Füruğ olunca cevabı kendinden menkul. Çünkü acılarla kuşatılmış bir hayatı onaylamamış, ağır bedellere rağmen kaderine teslim olmamış, mücadele ruhunu hep diri tutmuş bir kimlik Füruğ. Baskıcı bir ortamda sevgiden yoksun bir ailede geçen çocukluğu. Despot asker bir babanın kıskacına karşı, daha küçük yaşlardan itibaren itiraz damarını devreye sokmuş. Kadınların dört duvar arasında bırakıldığı, odalara kapatıldığı bu dönemde: “… Bir pencere yeter bana, bir tek pencere…” diyordu bu süreci anlatırken. Ve o pencereyi kendi çabasıyla açtı yaşamında. Sistemin ve toplumun kadına dair biçtiği rolleri daha küçük yaşlardayken red etti. Biraz da evin baskısından kurtulmak umuduyla genç yaşta evlendi ancak bu evlilik yine koca baskısıyla uzun sürmedi. Mahkeme tek çocuklarının velayetini babasına verdi. Füruğ bu tarihten sonra çocuğunu bir daha göremedi.
***
Füruğ gerek yaşamı gerek yazdıklarıyla İran gibi kapalı bir toplum yapısında kadına reva görülen ayrımcılığın karşısında oldu. Salt yönetimle değil, ataerkil erkek egemenliğine de başkaldırdı: “Gel, ey erkek, ey bencil varlık/ Gel, kafesin kapılarını aç/ Beni ömür boyu zindanda tutmuşsan eğer/ Bari bir anlık olsun serbest bırak.”
Siyasal ve kültürel bilinciyle yazdıklarının ve duruşunun ağır bedeller gerektiğinin farkındaydı. Yaşadığı dönem bir yanıyla Şah’ın, bir yanıyla da mollaların kadın dünyasını baskı altında tuttuğu bir dönemdir. Ağır bedellere rağmen geri adım atmadı. İlk şiir kitabı daha 18 yaşındayken basıldı. Kadın ayrımcılığına karşı koyan, kadın kimliğini tüm kadınsallığıyla dizelere dökünce gelenek, töre ve günah gibi klasik suçlamalara maruz kaldı. Şiirin dışında sinema, tiyatro, resim alanında da çalıştı. Gazetelerde editörlük yaptı. Sonradan seveceği ve birlikte yaşayacağı yazar ve yönetmen İbrahim Gülistan’la tanıştıktan sonra sinemayla çok daha yakından ilgilenmeye başlar.
İranlı cüzzam hastalarını ve onların sorunları ile ilgili olarak ‘Ev karadır’ adıyla çektiği belgesel filmi çeşitli ülkelerde ödüller aldı. Bu filmi çekerken cüzzamlılar evinde bulunan bir çocuğu evlat edindi.
***
Şiirleri içindeki yaraya dokunuşlar gibidir. Ondaki asıl özellik, cesaretle ve otosansür kullanmadan yazmasıdır. Duyarlılık ödünç alınmamıştır, yaşamıyla yazdıkları birebir örtüşür niteliktedir. Sistem ve toplum tarafından gazaba uğraması da bu yüzdendir. Sözgelimi “Günah” adını verdiği şiirde “Günah işledim lezzet dolu bir günah/ Titreyen esrik bir tenin yanında/ Tanrım ne bileyim ne yaptım ben/ O karanlık susku dolu zulada” diyecek kadar cesur bir dil kullanır. Bir tür tabu sayılan dişil dilde yazdığı şiirlerle tepkiler alır. İranlı eleştirmen Rıza Beraheni’nin deyişiyle: “Denebilir ki İran yazın tarihinde, Füruğ’dan önce, hiçbir kadın ne âşıkane şiir söylemiş ne de bir erkeğe hitaben şiir söylemiştir.”
1965’te UNESCO, Füruğ’un yaşamını konu alan bir film yaptırdı; Bernardo Bertolucci de, Füruğ’la ilgili bir belgesel çekti. Füruğ, 1967’de kendi kullandığı otomobiliyle geçirdiği bir kaza sonucunda bu dünyadan göçtüğünde henüz 33 yaşındaydı. Mollalar cenaze namazını inatla kıldırmıyorlar, cenaze iki gün bekliyor. Sonunda yazar Mehrdad Samadi kıldırıyor namazını, karlı bir günde Zahirüldövle mezarına defnediliyor. Özgürlük ve eşitlik için verdiği mücadele o kadar tepki çekmiş ki; mezar taşı bile yıllarca yaptırılmıyor. Bu kısa ömre rağmen hem sanat dünyasına hem kadın mücadelesine önemli bir miras bıraktı. Kuş öldü ama uçuşu hatırlarda kaldı.