Necmettin Salaz: Üçüncü yol Türkiye için mümkün. Kürtler at ve deve istemiyor, sınıf da emeğinin karşılığını istiyor. Birlikte, kardeşçe, özgür bir ülkede herkesin kendini ifade etmesi, kendi bölgesinde kendi gibi yaşaması mümkün
Hüseyin Kalkan
Gazeteci Necmettin Salaz, Türkiye için Üçüncü Çizgi’nin mümkün ve zorunlu olduğunu söylüyor. Salaz’a göre iki çizgi de denendi ve miadını doldurdu. Salgın için bile devletin kasasında harcanacak para kalmadığını belirten Salaz, burdan baktığında mevcut sistemin halkın sağlığı için de bir tehlike haline geldiğini ve sistemden mustarip kesimler birleşirse yeni bir düzen kurmanın mümkün olduğunu söylüyor. Necmettin Salaz’ın yanıtları şöyle:
- Öcalan’ın son görüşmede açıkladığı üçüncü ayak veya üçüncü yol Türkiye için bir çözüm olur mu?
Hiç denenmedi, denenemedi. Denenebilse kuşkusuz çok şey farklı olacaktı. Eğer darbe dönemlerini gerek dışa karşı emperyalist camiayla ilişkinin korunması, gerekse de olası devrim ya da değişimlerin engellenmesi, artan emekçi taleplerinin bastırılması gibi düşünürsek, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana iki farklı, ancak uygulama ve pratikleri kendinden olmayanlara karşı örtüşen eğilimin iktidarını yaşadı:
İlki; ülkeyi ele geçirdikten ve yeni bir devlet yapısıyla ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra, yetersiz – yeteneksiz ellere düşen, ülke gerçeklerini, çağın ve gelişen olayların ülkeyi nereye götüreceğini göremeyen, başlangıçta iyi kararlar alıp sonra arkasında duramayan, geriye ve çağ dışına evrilen, zamanla kendini yenileyemeyen, kapalı, yaratıcılıktan uzak bir yapı.
Şimdilerde zeytin yağlı yemek gibi soğumaya bırakılmış, dostu düşmanı tanımaz, 2023’te rakipleri yüz yıllık aradan sonra rövanş maçına çıkmaya ve İslam devleti kurmaya, hilafet ilan etmeye hazırlanırken dahi ne yapacağını bilmez halde ve hiçbir kritik başlıkta muhalif olamayan muhalefet haline gelmiş, zavallı görüntüsüyle Kemalizm…
Peki iktidara gelişleri, o günlerde ülke gerçeklerine bakışları böyle miydi?
Tabii ki hayır.
‘Kürdistan milletvekili’, ya da ‘Bu meclis sadece Türklerin değil, aynı zamanda Kürtler’in de meclisidir’ diyen, Nurettin Paşaya telgraf çekerek; bölge şehirlerinin yönetiminin yerelden sağlanmasını, malum şehirlerin Kürt ileri gelenlerine teslimini isteyen Mustafa Kemal değil miydi?
Oydu.
Bu sözler ve taahhütler cumhuriyetin kurucusuna aitti…
Başlangıçta her şey çok iyi gidiyordu…
Ancak kısa bir süre sonra uygulamalar ve söylemler değişmeye başladı.
İktidar tatlı gelmeye başlamış, devlet Çankaya’daki masadan yönetilir olmuştu.
Meclis boşa çıkmış, mebuslar, halkın talepleri, muhalefetin durumu, verilen sözler önemini yitirmeye başlamıştı ve iktidar artık bir kişinin inisiyatifindeydi.
O ne derse o…
Güç artık ellerindeydi ve sorunlar nasılsa bir biçimde halledilir, muhalif sesler kesilirdi.
Ali Şükrü bey (1. Meclis dönemi Trabzon Milletvekili) ‘çok konuşuyor, sorunları dillendiriyordu Meclis’te. Bir akşam, oturduğu kahvehaneden ‘hepinizin çok iyi tanıdığı bir arkadaşıyla’ çıktı ve bir süre sonra cesedi, elinin biri görülsün de muhalifler bir an önce gerekli dersi çıkarsın diye dışarıda bırakılarak gömülmüş halde, o civarda gezmekte olan bir subay tarafından ‘rastlantı olarak’ bulundu ve Cumhuriyet döneminin ilk ‘faili meçhulü’ olarak kayıtlara geçti.
Sahte bir suikast tertiplenerek (İzmir suikastı) İzmir’e gidecek olan Mustafa Kemal’in öldürüleceği söylendi, İstanbul’dan vapurla yola çıkan M. Kemal Ege denizinde vapuruna demir attırdı, bekledi. ‘suikastçiler’ yakalandıktan sonra İzmir’e geldi.
İstiklal Mahkemesi kurulup çok hızlı bir yargılama başlatıldı. Yargılanmak üzere İstanbul’dan eski Maliye Nazırı İttihatçı Cavid bey, birkaç milletvekili, Ziya Hurşid ve cumhuriyetin kurulmasına çok önemli katkıları olan, Mustafa Kemal’in hayatını kurtarıp padişah yerine ondan yana tavır alan General Kazım Karabekir de vardı.
Daha mahkemeler bitmeden İzmir’in değişik yerlerine idam sehpaları kurulmuştu. Bir üstü ve itiraz makamı olmayan İstiklal Mahkemesi bitti. Peş peşe idamlar yapıldı ancak sehpalardan biri boş kalmıştı.
Dönemin gazetecilerinden birinin bu başlıkta Mustafa Kemal’e sorduğu soru, ve aldığı yanıt, o dönemden şimdiye ülkede hiçbir şeyin değişmediğinin, hukukun iktidar elinde bir aygıt olduğunun kanıtıdır:
-Paşam bir sehpa neden boş kaldı
– Kazım’a kıyamadım…
Komünizm de kendilerine alternatif bir tehlikeydi. Hem ittihatçı muhalifler hem de komünizmin ülkedeki ve dışarıdaki önderleri aynı dönemde yok edilmeliydi.
Malum, sağımızda solumuzda devrimler olmuş, Sovyet devrimi dünyanın birçok ülkesinde sempati kazanmıştı. Sınıf ve halklara özgürlük vadediyordu komünistler. Bir biçimde bunun da önü alınmalı, ‘görüldükleri yerde ezilmeliydiler.’
Öyle de yapıldı.
Danışıp konuşarak, neredeyse izin alarak, cumhuriyetin kurulmasına destek olmak üzere yurtlarına dönme kararı alan Mustafa Suphi ve on dört arkadaşı, yine Ali Şükrü beyle kahvede görülen arkadaşının organizasyonuyla Karadeniz’de önce hançerlenip sonra denize atılarak katledildi. Katledilenler arasında Mustafa Suphi’nin eşi de vardı. Peş peşe komünist avı başlamıştı ve yargılamalar bir birini izliyordu.
Nazım gibi dünyaya mal olmuş bir şair dahi dolaşmamalıydı ortalıkta. Deniz kuvvetleri komutanlığına ait gemilerin sintinesinde aylar süren işkence gördükten ve uzun yıllar zindanda kaldıktan sonra uğruna destanlar yazdığı ülkesinden kaçmak zorunda kaldı…
Mustafa Kemal öldükten sonra da gelenek devam etti ve ilerleyen yıllarda sistemin yazarı olmayacağı anlaşılan Sabahattin Ali de öldürüldü ve kalanlara bir mesaj daha verildi…
Cumhuriyetin ilk kadroları, yakın çevrelerindeki biat etmeyecek unsurları temizledikten sonra bu kez yüzlerini Kürtlere döndüler.
1924 yılında hazırlanan ve tarihe 24 Anayasası olarak geçen yasalar toplamının özeti ‘Türkiye Türktür, Kürt yoktur’ oldu. Madde 86 çok açık olarak durumu ifade ediyordu: ‘Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan herkes Türktür.’
Ardından patlayan Kürt isyanlarını, kıyım ve idamları, peşi sıra gelen sürgünleri burada hiç anlatmayacağım. Onları anlatmak için tuğla kalınlığında bir kitap yazmak gerek.
Ancak bu başlığa, cumhuriyet adına, o dönem Kemalizm sözcülerinden Mahmut Esat Bozkurt noktayı koydu:
“Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusumuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları, vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.”
İlk başlığımızın, yani cumhuriyeti kuran ve iki binli yılların başına kadar yönetimi devam ettirenlerin düşünce ve uygulamaları tam da buydu.
- İkinci eğilim nedir, kim temsil ediyor?
Bu başlık aslında çok yakın tarih ve yaptıkları yapacakları belli ve göz önünde olduğundan, üstüne üstlük uzatılması halinde okuyucunun ‘E pek de farklı şeyler olmamış sınıf ve Kürtler açısından ama bunların ekstra gerici halleri var’ diyeceklerinden emin, daha kısa tutarak ilerleyelim…
Emperyalizmin bölgedeki ‘Ilımlı İslam’ modeli için ‘örnek olabilecek bir ülkeydik.’
Demirel ve Ecevit fizik açısından dönemlerini tamamlamış, yerlerine gelenler ise bu projeyi hayata geçirecek cazibe ve kapasitede değillerdi. Erbakan da öyle…
Yeni bir yapılanma gerekiyordu.
Bu yapı çok şey vadeden, dinamik unsurlardan ‘Yeni’ tiplerden oluşmalı, toplumun değişik yapılarının taleplerini dile getiren, tüm problemleri kendi problemi sayarak hareket eden bir yapı olmalıydı…
‘Ne olduysa oldu’, bir anda bütün partilerden enteresan istifalar başladı. Oğlunun adını Necmettin koyacak kadar ‘sevdiği’, onun sayesinde İstanbul Belediye başkanı olmuş Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan’ın partisinden istifa etti. Onu, ana kadrolardan Abdullah Gül, Abdullatif Şener ve bir çoğu takip etti.
Doğruyol Partisi Sözcüsü ve Van Milletvekili Hüseyin Çelik ve birçok arkadaşı, FETÖ kadroları, Anavatan Partisi’nden birçok kişi bir anda bu yapının etrafında saf tuttular ve kısa zaman içinde bir parti kurarak adını Adalet ve Kalkınma Partisi koydular…
Yapının içinde burjuva partiler içine çöreklenmiş bir miktar ‘Kürt’ de vardı. ‘Artık Allah mı, başka bir merkez mi yürüyün ya kullarım’ dedi. Yürüdüler…
Üç başlık dillerinden düşmedi hiç.
Ana sorunları ‘bacılarının türbanı,’ ‘yoksulun emekçinin çektikleri’ ve derhal çözülmesi gereken Kürt sorunu.’
Önlerindeki basit engelleri, o dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve ekibi yağdan kıl çeker gibi halletti.
Erdoğan’ın cezası kaldırılarak önce milletvekili, ardından Başbakan, Abdullah Gül’ün de Cumhurbaşkanı olmasına çanak tuttu. Projenin bir emperyalizm projesi olduğunun en büyük göstergesi bu ‘dayanışmaydı.’ Vaatlerinden sadece birini hallettiler iktidar olduktan sonra. Bacılar türbanına kavuştu.
Ancak diğer başlıklarda önceki iktidarı aratır oldular.
Emekçinin yükü katmerlendi. Haklar her geçen gün, ay, yıl törpülendi. Kelimenin tam anlamıyla ekmek aslanın ağzına düştü.
‘Bu parmağımdaki yüzükten başka bir malvarlığımın olduğunu görürseniz bilin ki hırsızım’ diyen zatın çocukları ‘gemicik,’ ardından da filo sahibi olmaya, çevresi trilyonları sahibi oldu.
Kürt başlığında önce kapalı, sonra açık görüşmeler yapıldı.
Tam barış olacak, akan kan duracak, kardeşlik tesis edilecek derken: ‘Hazır iktidardayız, ordunun ve kendi kadromuz olan polisin de desteğiyle bu sorunu da hal ederiz, niye tavizkar görünüp milli oyları yitirelim, hem bölgeler arası farklı sistem uygulaması bizi zora sokar’ mantığıyla gerekçeler yaratıldı, masalar devrildi.
Savaş yeniden başladı ve eskisinden daha şiddetli hal aldı. Çatışmaların, özellikle hava saldırılarının maliyeti çok yüksekti. Kasa boşalmaya başladı.
İktidar savaşı sürdürebilmek ve çevresini tatmin etmek için devletin mal varlıklarını satmaya başladı. Fabrikalardan tutun da yollara kadar ne var ne yok satıldı.
Ancak, ABD ve İngiltere’deki, İtalya ve Katar’daki bankalarda kendi adlarına tonlarca altın ve milyarlarca doları stokladıkları ileri sürülüyor. Durum öyle bir hal aldı ki, şimdi ülkede yayılmaya başlayan ve dünyada rekor ölümlerle sonuçlanacak bir hastalıkla mücadele için devletin kasası tam takır.
Üç devlet bankasında açılan hesaplarda, halktan on lira yatırması isteniyor. İkinci eğilim de yalancı çıktı. İlkinden tek farklarının ‘hazırı satıp yiyerek kendini zenginleştirme’ olduğu anlaşıldı.
Bu ikinci eğilimle ilgili yazılacak yüzlerce sayfa şey varken ve olup bitenin artık kendi kitlelerince de bilinen şeyler olduğundan kısa tuttum.
Şimdi bunlar da bitiyorlar.
Kürtlerin ve dostlarının son belediye seçimlerindeki akıllı manevrasıyla ne oldukları, sallanmaya başladıkları, bu malum virüs döneminde de kasalarının tam takır olduğu, battıkları ve gidiyor oldukları görüldü. Gerçekten de gidiyorlar.
- Sonra ne olacak?
Dünya için de sosyalizm insanlık adına en iyi sistem, bu doğru mu asla tartışmam. Ancak bu hesaplar gerek yerelde gerekse de dünyada güçle alakalı bir başlık… Gücünüz olan işlere girişir, yapabileceklerinizle başlarsınız.
Bu söylediğimi ‘Vay revizyonist’ diye algılayan, öyle yorumlayan da olabilir ama kimse kusura bakmasın, şimdilik pek de dert etmeyeceğim…
İşçi ve emekçi kesimlerle, Kürtlerin, Türkiye’de acilen bir araya gelmesi gereken katmanlar olduğunu defalarca hatırlatmaya gerek yok…
Üçüncü çizgi için ilk akla gelen yol budur…
İki ana hattın ne deyip neler yaptıklarını yukarıda özetle aktarmaya çalıştım.
HDP’nin ilk kuruluş dönemlerinde ve henüz adının çatı partisi kurma girişimi olduğu günlerde Ankara’daydım ve çalışmalara katıldım.
Zorlu, problemli bir dönemdi ama sonuçta oldu. Epeyce bir yapı bir araya geldi ve burjuvazinin koyduğu barajlar el birliğiyle yıkılıp atıldı.
Şimdi yapının dışında kalanları ikna etmek ve çoğalmak gereken günlerden geçiyoruz. CHP ve tüm diğer muhalif yapılar içinde oldukça temiz insanlar var. Bire bir görüşmek, anlatmak gerekiyor.
Henüz gidişatın nereye varmak üzere olduğunu görememiş Kürt ve Türk yapılar var. Bağımsız yapı olarak kalmak isteyenleri de anlayarak, anlaşarak bir işbirliğine yönlendirmek gerekiyor.
Özünde olağanüstü bir güce sahibiz. Sınıfı ve Kürtleri bir çatı altında toparlamayı başarırsak denenmiş iki kesimi alt etmek mümkün.
Üçüncü yol mümkün. Kürtler at ve deve istemiyor, sınıf da emeğinin karşılığını ve hakkını istiyor. Birlikte, kardeşçe, özgür bir ülkede herkesin kendini ifade etmesi, kendi bölgesinde kendi gibi yaşaması mümkün. Bunun dünyada çokça örneği var.
Sonuçta üçüncü çizgi öcü değil. Bunu halklarımıza anlatmak da, uygulamak da şimdilik hayal gibi görenlere rağmen mümkün…
BİTTİ