Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet! On yılların güvenlikçi doktrin erbabı Meral Akşener’in diline bu slogan ne derece yakışıyor? Alternatifler: ‘Ben Kemal geliyorum’ ya da ‘Yeter söz milletindir!’. Her üçü de yakın siyasi tarihe referanslı sloganlar.
1970’lerin Cüneyt Arkın filmlerinden Natuk Baytan imzalı ‘Hınç’, komiser Kemal’in kötü adamlardan birbirinden sadist yöntemlerle birer birer intikam alışının hikayesidir. Kılıçdaroğlu, munis, uzlaştırıcı fakat mücadeleci ‘Gandi’ imgesi ile ne derece uyumlu olduğu tartışılır bir referans seçmiş görünüyor. Öte yandan Sünni, Türk, erkek müesses nizamın, henüz Çankaya ve Külliye’de tesettürlü iki first lady’nin birbiri ardına ikamet etmiş olduğu gerçeğini hazmetmenin sancıları içindeyken bir de bu üçlü tanımın iki maddesini birden ihlal eden bir başkanı içine sindirmeye hiç de hazır olmadığı anlaşılıyor. ‘Seçilebilir aday’ İmamoğlu’nun İyi Parti takviyesiyle Trabzon ve yöresine Topal Osman misali eylemekte olduğu sefer, bu hazımsızlığın dışavurumu anlamına geliyor. Dolayısıyla, Bay Kemal’in gelişi gecikebilir; hatta hiç olmayabilir.
Demokrat Parti’nin ‘Yeter söz milletindir’ sloganı dur işareti yapan el logosuyla birlikte 1950 seçimlerinde tek parti rejimini devirmişti. Ne yazık ki muhalefetten önce iktidarın aklına geldi. Erdoğan, Mayıs’ta seçimlere gitme kararını bu sloganla birlikte açıkladı. Ama yirmi yıl iktidar olmuş bir tek parti rejimi olarak AKP’nin bu cümleyi ne kadar sahiplenebileceği bilinmez. Yine de, en azından muhalefet bloğunun çok işine yarayabilecek bir araç dilinden alınmış olabilir. Belagat üstadı Erdoğan’ın “yeter bize ayak bağı olduğunuz ey muhalefet; millet altılı masanıza sandıkta tekmeyi vurup devirsin de görün gününüzü” tadında bir demagojik dokunuşla sloganı kendine yontma ihtimali de oldukça yüksek.
Geriye Akşener’in dilindeki istibdat karşıtı slogan kalıyor. Altılı masa tarafından açıklanan kapsamlı geçiş programı ya da ‘mutabakat metni’, genellikle ‘restorasyon’ kavramı üzerinden yorumlanıyor. Buna göre program, esas olarak cumhuriyet değerlerini ve kurumlarını AKP tasfiyeciliğinin elinden kurtararak ihya etme hedefini güdüyor. Oysa AKP ve Erdoğan, tam da bu cumhuriyet kurumlarının ve değerlerinin arzu edilir demokratik normlara uymadığı argümanı üzerinden iktidarı kazanmıştı. Bunun doğruluğu ve yanlışlığı bir yana güçlü bir argüman olduğu ve seçmenin zihninde somut bir karşılık bulduğu bir gerçek. Nitekim mutabakat metnini, en azından Deva, Gelecek ve Saadet partilerinin varlığı hasebiyle, cumhuriyet rejimine dönüş arzusunun manifestosu olarak okumak yanlış olur. Bu nedenle Akşener’in söylemindeki istibdat-hürriyet karşıtlığına içkin anayasal ve parlamenter nizam mücadelesi referansı, daha ufuk açıcı bir tarihsel perspektif daveti sunuyor olabilir.
19. yüzyıldan itibaren Türkiye tarihinde temel siyasi mücadele motivasyonunun monarkın mutlak yetkilerini sınırlama ya da ortadan kaldırma olduğu görülüyor. Milli hakimiyet ve onunla birlikte parlamenter sistem fikri, Mithat Paşa’nın 1876 saray darbesiyle iktidara taşınmıştır. Meşrutiyet üzerinde anlaşarak tahta çıkarmak zorunda kaldığı II. Abdülhamit ise kısa süre içinde anayasayı askıya alarak çiçeği burnunda Osmanlı Meclisi’ni dağıttı. Kurmaya giriştiği İslamcı otoriter rejim yolunda Ruslarla 93 harbi, ‘Allahın bir lutfu’ hizmeti gördü. Tam otuz iki yıl, ülkeyi istibdat rejimiyle yönetti; başlangıçta eşit hak ve hürriyet sözü verdiği Hıristiyan tebaanın özellikle de Ermeni halkının kanını dökmesi nedeniyle ‘Kızıl Sultan’ lakabıyla tarihe geçti.Abdülhamit mutlak monarşisine son veren 1908 devriminin temel siyasi gücü olan İttihat ve Terakki; gayrı-Müslim yurttaşların siyasi temsilcileri yanında liberal, muhafazakar ve mütedeyyin siyasi önderleri de içinde taşıyan bir muhalefet bloğuyla birlikte yeniden anayasa ilanını dayattı. Ortak slogan, ‘Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet’ idi.
1908’de meclisin yeniden toplanması ve bir yıl sonra II. Abdülhamit’in 31 Mart ayaklanmasında parmağı olduğu iddiasıyla tahttan indirilmesini takiben Türkiye, tarihinin belki de en demokratik birkaç yılını yaşadı. Ama daha sonra gelen İttihatçı diktatörlük, demokrasi adına tam bir felaketti. Bunu takip eden cumhuriyet ilanı, İttihat omurgalı bir tek parti rejimi kurmakla birlikte yeniden yazdığı anayasayı kurucu metin olarak kabullendi. Teoride de olsa şahıs mutlakiyeti yerine hukuku esas almayı sürdürdü. Otoriter bir zemin üzerinde de olsa iki partili bir sisteme bu kez ‘yeter söz milletindir’ sloganıyla geçmek mümkün olacaktı. Ardından ‘cumhuriyet bekçileri’ tarafından ardı ardına darbelerle kesintiye uğratıldı ama parlamenter ve anayasal sistem bir şekilde devam etti; ta ki Erdoğan tarafından anayasa ve hukukun fiilen askıya alındığı bir ‘istisna hali’ süreklilik kazanıncaya kadar.
Erdoğan, cumhuriyet literatüründe pek hoş anılmayan II. Abdülhamit’le bir özdeşleşme yaşamakta olduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmiş bulunuyor. O da hayranı olduğu sultan gibi hak ve özgürlükler vaadiyle iktidara geldi. Zaman içinde dış ve iç siyasi-askeri gerilimlerden istifade ederek bir başkanlık rejimi kurdu. Abdülhamit’in Ermeni ve Hıristiyan halklara yaptığının bir benzeri Erdoğan rejimi altında Kürt halkının başına geldi. Barış, açılım, hak ve hürriyet sözü verdiği Kürt halkının üzerine sınır-içi ve sınır-ötesi seferler eyledi; seçilmiş siyasal temsilcilerini hapsetti. Kısa sürede Erdoğan’ın istibdadı, Kürt halkından öteye bütün muhalifleri kapsayacak biçimde genişledi.
İttihat omurgalı hürriyet muhalefeti misali CHP omurgalı altılı masanın çok parçalı yapısının, Akşener’in istibdada karşı hürriyet söylemiyle ifade ettiği zihniyete uyduğu görülüyor. ‘Hürriyet’ sloganının demokratik çağrışımı, en çok mutlak monarşi muadili istisna halini ortadan kaldırarak anayasal hukuk düzeni ve parlamenter sistemin yeniden çalışmaya başlaması vaadini içeriyor. Bu anlamıyla Türkiye tarihinin iki kurucu demokrasi deneyimini takiben bir ‘Üçüncü Meşrutiyet’ ilanını hedefliyor.
Bundan önceki iki meşrutiyet deneyiminden hareketle iki önemli noktayı akıldan çıkarmamak gerekiyor. Birincisi, 1908 hürriyet hareketi, Ermeni partiler başta olmak üzere hiçbir muhalif siyasi yapıyı dışlamamıştı. Başarısının ana nedeni o siyasi hareketlerin dinamiğini bünyesine katabilmiş olmasıdır. İkincisi, her iki meşrutiyetin de sonu, diktatörlük ve otoriter rejimler olmuştur. Üstelik bu diktatörler ve otoriter rejim kurucuları, bizzat o hürriyet ve anayasa siyaseti içinden türediler ve ilk önce eşitlik sözü vererek güç aldıkları ‘ötekiler’ üzerinde şiddet uygulayarak iktidarlarını inşa ettiler. Tarihin, biz kendisinden ders çıkarmayı öğrenmedikçe tekerrür edeceğinden hiç şüphe yoktur.