Mehmet Şimşek’in uyguladığı ekonomik program, dünyada 1970’lerin, Türkiye’de 1980’lerin başından beri uygulanan neoliberal politikaların devamı niteliğindedir. Neoliberal politikalar, 1940’ların sonundan 70’lerin başına kadar kapitalist ülkelerde uygulanan ve devletin “talep”i (yani halkın satınalma gücünü) arttırmaya yönelik politikalarının (Keynesyen politikalar) yerine “arz”ı yani sermayeyi destekleyerek üretim maliyetlerini düşürmeyi hedefler. Bu hedefler doğrultusunda kapitalist devletler, küreselleşme sürecinde diğer ülkelerle rekabet edebilmeyi gerekçe göstererek hammadde ve enerji kaynaklarını en ucuza sağlamak için savaşları ve doğa talanını göze alırken, emeğin en ucuza sağlanacağı koşulları oluşturmayı da kendine görev edinir.
24 Ocak 1980 kararlarıyla küreselleşme sürecine katılan Türkiye, 44 yıldır ucuz emek gücü ile küresel rekabet içinde kendisine yer edinmeye çalışmaktadır. 12 Eylül’de kurulan ve 44 yıldır işçi sınıfı hareketini -ve beraberinde diğer toplumsal hareketleri- baskı altına alan darbe rejimi ile Türkiye’nin ulusal ve uluslararası sermaye için “ucuz emek cenneti” haline getirilmesi amaçlanmıştır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un her yıl yayımladığı Küresel Haklar Endeksi’nde Türkiye’nin 8 yıldır üst üste hak ihlallerinin en fazla olduğu ve çalışmanın en kötü olduğu on ülke içinde yer almasına; OECD ülkeleri içinde gelir eşitsizliğinin ve çalışan yoksulluğunun en yüksek olduğuna ilişkin verilere bakılırsa, bu amaca önemli ölçüde ulaşıldığı söylenebilir.
Siyasi iktidar, Türkiye’nin emekçiler için dünyanın en kötü ülkelerinden biri olmasından herhangi bir rahatsızlık duymak bir yana, bunu sürdürmeye niyetli görünüyor. Şimşek’in “ücret ve sosyal hakları içeren emek maliyetlerini en düşük seviyeye düşürmeyi” amaçlayan ekonomi programına uygun olarak hükümet, yılın ikinci yarısı için emekçilerin yarıdan fazlasının geliri olan asgari ücrette hiçbir düzenleme yapmadı. Böylece asgari ücret reel olarak, yılın ilk altı ayındaki enflasyon oranı üzerinden hesaplandığında TÜİK verilerine göre yüzde 24,73, ENAGrup verilerine göre ise yüzde 41,16 oranında gerilerken asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlarca emekçi, Haziran ayında Büro Emekçileri Sendikası Araştırma Merkezi (BES-AR)’a göre 25 bin 374 TL, Türk İş’e göre 18 bin 978 TL olan açlık sınırının altında kalan 17 bin TL ile yıl sonuna kadar yaşamaya mahkum edilmiş oldu.
Kamu emekçileri ve emeklilerin aylıkları ise -gerçek fiyat artışlarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, siyasi iktidarın direktiflerine göre açıklanan- TÜİK’in verileri esas alınarak düzenlendi. Buna göre yüzde 19,3 artış yapılan memur ve memur emeklilerinin reel ücretleri, TÜİK verilerine göre yüzde 5,4, ENAGrub’un -gerçeğe daha yakın- verilerine göre ise yüzde 21,86 gerilemiş oldu. Bağkur ve işçi emeklilerinin ise büyük bölümünün aylıklarında bir düzenleme yapılmadığı için onlar da daha yılın altıncı ayında açlık sınırının yarısını bile bulmayan 10 bin TL civarındaki ücretlerle yıl sonuna kadar geçinmek zorunda bırakıldı.
Ücretler genel seviyesi, sınıflar arası güç mücadelesinde dengelerin nasıl oluştuğunun en açık göstergesi olarak kabul edilebilir. Buna göre, açlık sınırının altındaki ücretlerin altı ayda yüzde 40’ı aşan enflasyon karşısında arttırılmaması, “emekçilerin beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacakları bir ücretle çalıştırılmaları” anlamına gelir. Kölelik koşullarının bile çok gerisine düşen bu sefalet hali, Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin neredeyse “yok hükmünde” olduğunun da bir göstergesi gibidir!
Yazının başlığı da olan “Ücretler daha ne kadar düşer?” sorusunun yanıtına gelirsek:
Sermaye ve onu temsil eden iktidarlar için emek maliyetlerini ve başta da ücretleri düşürmenin sınırı yoktur. Burjuvazi, sermaye birikimini sağlayarak kapitalizmi sürdürebilmek için karşısında bir direnç görene kadar ücretleri düşürüp kârları daha da arttırmaya çalışır. Dolayısıyla insanca koşullarda çalışmak ve yaşamak için sermayeden ve siyasi iktidarlardan medet ummak son derece anlamsız, boş bir hayaldir sadece. Sermayenin ücret ve diğer sosyal haklardan oluşan emek maliyetini düşürme arzusu devam edecek; siyasi iktidar (bu bugün AKP, yarın başka bir düzen partisi olabilir) da arz yönlü politikalarla sermayenin bu arzusunu yerine getirmek için var gücüyle çabalayacaktır. Ta ki emekçiler ırk, dil, din vs nedenlerle kendi arasında yaratılan ayrıştırma ablukasını aşıp, sınıf bilinciyle örgütlenerek, üretimden gelen gücünü harekete geçirene kadar!