Politik tutsak yazar Zeki Bayhan ile konuştuk:
‘Ortadoğu’da çok güçlü bir toplumsal dönüşüm potansiyeli var. Diri bir nüfus, kolektivizme yatkın bir toplum kültürü ve birey ile halkların refah içinde yaşayabilecekleri zengin bir coğrafyadır söz konusu olan. Ortadoğu’nun ekonomik, politik, kültürel dokusunu iyi okuyan, uygulanabilir ve bütünlüklü, eşitlikçi demokratik örgütlenmeler halkların katılımıyla geliştirilebilirse çözüm yoluna girilmiş olacaktır’
Hasan Kılıç
Politik tutsak Zeki Bayhan 27 yıldır hapishanede tutuluyor. Birçok kitabı okurla buluşan Bayhan, hapishanede yeni düşünceler geliştiriyor ve kitaplar yazmaya devam ediyor. Halen Kandıra 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan Bayhan felsefe ve politika ile ilgileniyor. Dün gazetemizde söyleşinin ilk bölümüne yer vermiştik. Bu bölümde ise Bayhan, kapitalis modernitenin açmazlarını, postmodernizm, Marksizm, toplumsal cinsiyet, ulus devletin açmazlarını ve Abdullah Öcalan’a dair düşüncelerini bizlerle paylaştı. Söyleşinin ikinci bölümünü okurlarımıza sunuyoruz.
- Kapitalistmodernitenin tıkandığını ifade ediyorsunuz. Bu tıkanıklığın izlerini sürdüğümüzde tıkanıklığın temel göstergeleri nelerdir?
Şöyle söyleyeyim; tıkanıklık tümden işlevsizleşme değildir. Akışkanlığın bozulması, sürdürülebilirliğin zorlaşmasıdır.
Kapitalist modernite, sistemin üzerinden şekillendiği temel parametrelerin hemen hepsinde tıkanıklıklar yaşıyor. Ekonomi, politika, ekoloji, toplumsal cinsiyet/cinsiyetçilik ve kimlik siyaseti bunlardan ilk aklan gelen en önemlileridir. Ve elbette esas kriz modernist düşünce paradigmasındadır ki tüm tıkanıklıkların gerisinde de bu zihniyet vardır.
Tüm bunları ayrıntılı irdelemenin yeri değil ama zaten adını andığım alanlarda yaşanan kriz ve sürdürülemezlik hali belirgin doneleriyle ortadadır. Mesela şu an dünya genelindeki sıcak çatışma ve savaşların önemli oranda ulus devletler ile etnik, kültürel kimlikler arasında olması gerçekliği, modernist kimlik politikalarının krizinin göstergesidir. Diğer alanların tümünde benzer örnekler verilebilir.
- Post-modernizmedönük sert eleştirileriniz var. Günümüzde kapitalist modernitenin tıkandığını ve Araf toplumunun ortaya çıktığını söylüyorsunuz. Post-modernizmin de bunun felsefi savunucu yaptığını ifade ediyorsunuz. Burayı biraz açar mısınız?
Doğrusu postmodernizm diye ortak bir entelektüel kimlik olduğunu düşünmüyorum. Ama postmodern olarak anılan düşünürler modernitenin açmazlarını bilen, onları irdeleyip teşhir eden, sonra da dönüp bize “durum böyle ama yapılabilecek bir şey de yok” diyen bir noktada ortaklaşıyorlar. Sadece bu da değil her türlü kolektif ekonomik politik çözüm arayışının beyhude olacağını da baştan vaaz ediyorlar. Dolayısıyla son tahlilde verili durumun devamından yana tavır almış oluyorlar.
Kimi düşünürler kendilerini postmodernizm çatısı altında görmez, itiraz ederler. Bundan bağımsız olarak söylüyorum; Foucoult, Deleuze, Derrida gibi düşünürlerin fikriyatında alternatif mücadeleler için önemli veriler var.
Genelde de sistem analizinde postmodern düşünürler parlak çözümlemeler yaparlar. Ama bu durumdan çıkış için çözüm önermeleri bir yana toplumsal kurtuluşa dair çözüm önermelerini de yok saymaları, bunların olanaksız olduğunu vaaz etmeleri tehlikelidir. Ve egemen sistemin devamından yana bir politik tutumu ifade eder. Bunu bilinçli bir ideolojik tutum olarak görüyorum. Belki de insanlara “bu kadar parlak zekalar çözüm yok diyorsa demek ki yoktur” diye düşündürmek istiyorlar. Sonuçta bu tutum toplumu teslimiyetçi, sinik bir politik duruşa doğru sürüklüyor.
Postmodernizme karşı ideolojik bir mücadele yürütmek lazım!
- KarlMarx ve Marksistlerin modern sosyal bilimlere yönelik eleştirileri radikal eleştiri midir? Yoksa paradigmal ve kurucu bir momente işaret midir?
Marx ve Marksizmin bu tartışmadaki yeri biraz daha özgün. Şayet idealist ve materyalist bilgi üretme kültürlerini birer paradigma olarak değerlendirirsek –ki böyle değerlendiren pek çok analist var- Marksist eleştiri paradigmaldir.
Fakat idealist ve materyalist görüşleri modernist düşünce paradigmasının farklı uçları, iki yüzü olarak tanımlarsak paradigmal diyemeyiz. Aynı paradigma içinde fakat ideolojik yönelimi ezilenden yana, toplumcu, gerçekçi bir eleştiri olur.
Ben idealist ve materyalist felsefeleri modernist düşünce paradigmasının –ki ikicilik ama karakterlerinden biridir- bileşenleri olduklarını düşünüyorum.
- KarlMarx’ın sosyoloji analizlerinin ekonomi politik kaynaklı olduğunu belirtip sistem analizinde ana temanın ekonomi olduğunu belirtmişsiniz. Marx’ta zihni belirleyen nesnel koşullardır tespiti üzerinden baktığımızda ekonomik belirlenimcilik değerlendirmesiyle ilgili neler söylersiniz? Nesnel koşullar sadece ekonomiye dair midir?
Marksist analizin ekonomi temelli olduğundan kastım; Marksist tarih-toplum kuramının ekonomi temelli şekillenmiş olmasıdır. Bu yönüyle ekonomik belirlenimcilik ile ilgili bir tartışma yok sanırım. Alt yapı-üst yapı, tarihin sınıfların mücadelesinin tarihi olduğu gibi teoriler bununla bağlantılıdır.
Bununla birlikte Marksizm materyalist felsefeye dayanır. Fakat ben onun bütünüyle pozitivist olduğunu, öyle konumlandırılabileceğini düşünmüyorum. Buna çalışmada yer vermiştim.
- Sizce KarlMarx’ın düşünceleri ile ‘resmi Marksist görüş’ arasındaki açı farkları nelerdir?
Resmi Marksist görüş en iyimser yorumla can çekişiyor ama Marx’ın düşüncesi yaşıyor ve bize yol göstermeye devam ediyor. Marx tartışmasız olarak tarihin gördüğü en parlak, en etkili birkaç düşünürden biridir. Marx anlamaya çalışan, düşüncelerini yaşam mücadele deneyimleriyle sınayan, yenileme/değiştirme iradesine sahip bir düşünce ve ideal insanıdır. Bundandır ki Marx’ın düşünceleri değerlendirildiğinde erken Marx, olgun Marx, geç Marx gibi ayrımlar yapılır. Yani isterseniz Marx’ı Marx’la çatıştırabilirsiniz!
Şimdi kendi düşüncelerini sürekli sorgulamaya tabi tutacak, yer yer değiştirip yenileyecek kadar açık ufuklu ve düşüncesini “somut koşulların somut tahlili” gibi ilkesel bir doğrultuya oturtup dogmatizme savaş açmış bir insan ile onun düşüncesini önemli oranda donduran Marksizm-ler arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Ve zaten Marx’ın kendisi daha yaşarken Marksist olmadığını söylememiş miydi?
Ayrıca tek ve bir Marksizm var mıdır? Mesela Sovyet Sosyalizmi, Yugoslavya Sosyalist Öz Yönetim Deneyimi, Batı Marksizmi ve diğerlerinin Marksizm anlayışları var. Ve bunların bir şekilde bir Marksist damar içerdikleri de inkara gelmez.
Tabii mesela Stalin ile Tito arasındaki anlaşmazlık olmazsa belki de Yugoslavya Sosyalist Öz Yönetim Deneyimi olmayacaktı ya da II. Enternasyonel tartışma ve ayrışmaları olmazsa gibi cümleler kurulabilir. Yani farklı Marksist anlayışların sadece yorumla sınırlı olmayan, farklı politik ve tarihsel nedenleri de var.
Tabii Lenin’e ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü o salt bir uygulayıcı değildi. Lenin daha uzun, örneğin bir 20 yıl daha yaşamış olsaydı ne olurdu diye merak etmişimdir.
Ama bu soru veya merak klasik Marksist görüşe uymaz değil mi?
Marksizmle ilgili sorularınız bittiyse ben yaklaşımıma dair bir iki şey belirtmek istiyorum.
- Evet, buyurun.
Marksizme dönük Abdullah Öcalan’ın kimi değerlendirmeleri, eleştirileri oldu, oluyor. Bu eleştirileri anlamadan Marx’ı, Marksizmi tümüyle reddeden, küçük, aşılmış, demode gören anlayışlar olabiliyor. Bu, dogmatik düşünce tarzının ya ilahlaştıran ya da yerin dibine batıran anlayışının ürünü bir savrulmadır.
Elbette Marx da Marksizm de eleştirilebilir. Marx kendisini en çok eleştiren düşünürlerden biridir. Bu yönüyle bir sorun yok. Ama bir sosyalist tüm sosyal mücadeleler tarihini özeleştirel bir gözle okumalı, o pratiğin içinde kendisini görerek, hissederek sonuçlar çıkarmalıdır. Marksizmden, reel sosyalist deneyimlerden, Yugoslavya Sosyalist Öz Yönetim Deneyimi’nden ve diğerlerinden ama en çok da Marx’ın düşüncelerinden öğreneceğimiz çok şey var. Mücadele tarihinin doğrularını güçlendirmek, eksik ve yanlışlarından ders çıkarmak tarihsel bir sorumluluktur. Bu nedenlerle sosyal mücadeleler tarihini “o yanlış düşündü, bu yanlış uyguladı, öteki zaten şöyleydi” gibi yüzeysel hüküm vermekle değil, düşünce ve idrak gücüyle, özeleştirel bir bakışla ele almak sosyalist sorumluluk gereğidir. Unutmayalım ki bu mücadelelerle hasredilen devasa emekler var. Ve emek sosyalizmin değişmeyen, değişmeyecek olan değeridir.
- Marcuseve Benjamin’in devrimci eğilimlerine rağmen eleştirel teorinin toplum analizinde karamsar ve umutsuz olduğunu ifade etmişsiniz. Eleştirel teorinin karamsarlığı onu devrimci eğilimlerinden meneder mi? Devrimci eğilimler karamsar olmamaya mı yazgılıdır?
Güzel soru. Öncelikle filozofların da zamanın ruhundan azade olmadıklarını belirtmek gerekiyor. Frankfurt Ekolü’nün kurucuları I. Dünya Savaşı’nı, 1929 Krizini, Yahudi Soykırımı’nı, Sovyet Sosyalizmi’nin uygulamalarını, II. Dünya Savaşı’nı görmüş, yaşamış insanlar. Soran sorgulayan zihinler için, böyle bir zamanda yaşayıp da karamsar olmamak mümkün müdür? Bu nedenle Frankfurt Ekolü’nün karamsarlığı çok da yadırganacak bir şey değil belki de.
Frankfurt Ekolü’nün düşünce ufkumuza çok değerli katkıları oldu. Marksist ideolojinin kimlik, kültür sorunları ile ilişkilendirilmesi, Marksizm psikanaliz ilişkisi, aydınlanma eleştirisi gibi pek çok konuda ufuk açıcı oldular. Fakat bir kötülükleri de oldu. Karamsarlık dışında! Frankfurt Ekolü devrimci düşünce ile devrimci pratik arasına bir mesafe koydu ve düşünce alanında konumlandı. Bu Marx’ın felsefesinden bir kopuştur. Ekolden önce Marksist düşünür ve kuramcılar aynı zamanda birer eylemciydiler. Ekol kurucuları, Horkheimer öncülüğünde teori ve eylem arasına bir mesafe koyarak teori alanında konumlandılar ve bu bilinçli bir tercihti. Bu bence yıkıcı bir ayrımdı ve sonrasını da etkiledi. Bugün Marksizm tartışmaları büyük oranda Batı’da üniversite kürsülerine bırakılmış durumda. Ben bu sonuçta Frankfurt Ekolü’nün sorumluluğu da var diye düşünüyorum.
Karamsarlık konusuna gelince, felsefe karamsar olursa politik mücadele de heyecanını kaybeder. Çünkü politika felsefeden doğrultu alır. Dolayısıyla karamsar felsefe, sinik, teslimiyetçi bir politik duruşa yol açar. Bu onu devrimci niteliğinden tümüyle menetmez belki ama daha kötüsünü yapar: Sakat bırakır.
- Orta Doğu’da yaşanan karmaşayı sistematik düzlemde ele alırsak neler söyleyebiliriz? Bu halden çıkışın yolu nedir?
Bu çok zor ve farklı açılardan irdelenmesi gereken oldukça karmaşık bir konu. Ancak başlıklar halinde bir iki şey söylenebilir. Öncelikle söylenmesi gereken şey şu: Ortadoğu’da sorunların da çözümün de düğümlendiği nokta zihniyettir. Çünkü Ortadoğu ne kendi tarihsel, kültürel düşünce mirasını güncelleyip çağın ihtiyaçlarına yanıt olabildi ne de Batı düşüncesini benimsedi. Diğer taraftan bölgenin mevcut krizli halinin hem küresel güçlerden hem bölgesel güçlerden hem de halklar adına mücadele ettiğini iddia eden hareketlerden kaynaklanan yönleri var.
Reel politik açıdan bakıldığında küresel güçlerin Ortadoğu’dan elini çekmeyeceği, çekmek istemeyeceği kesindir. Bölgesel ulus devlet yönetimlerinin de halklardan çok kendi iktidarını korumak istedikleri, isteyecekleri ve bunun için bölgesel-küresel güç odaklarıyla işbirliği içinde olacakları açıktır. Bu tabloda halkların, ezilen toplumsal kesimlerin payına da acı üstüne acı yaşamak düşüyor. Oysa Ortadoğu’da çok güçlü bir toplumsal dönüşüm potansiyeli var. Diri bir nüfus, kolektivizme yatkın bir toplum kültürü ve birey ile halkların refah içinde yaşayabilecekleri zengin bir coğrafyadır söz konusu olan. Ortadoğu’nun ekonomik, politik, kültürel dokusunu iyi okuyan, uygulanabilir ve bütünlüklü, eşitlikçi demokratik örgütlenmeler halkların katılımıyla geliştirilebilirse çözüm yoluna girilmiş olacaktır. Bu mücadelede küresel ve bölgesel güç dengelerinden, ki güçlerin arasındaki çelişkilerden de halkların lehine yararlanarak böyle bir politik hat geliştirilebilinir.
Ortadoğu çok kimlikli, çok kültürlü bir coğrafya olarak tekçi ulus devlet dayatmalarından dolayı büyük acılar çekmiştir. Çünkü zenginlik kaynağı olan kimlikler çatışmalara, yıkımlara araç kılınmıştır. Bölge insanları, kimlikleri bu yolda birbirine düşman kılınarak zayıflatılmış; bölge zenginlikleri daha kolay sömürülebilir hale getirilmiştir.
Ortadoğu’nun bu çok kimlikli, çok kültürlü yapısından kaynaklı sorunlar Demokratik Ulus perspektifiyle tüm kimlik ve kültürlerin özgür ilişkisi temelinde çözülebilir. Bu perspektife uygun öz yönetimci demokratik federasyon/konfederasyon tarzı örgütlenme modeli bölgenin yeniden politik yapılanmasını sağlayabilir. Hiç kuşkusuz bunlar farklı yönleriyle ayrıntılandırılması gereken konular. Kavramsal bağlamda ve başlıklar halinde bunları söyleyebiliriz.
- Fikri anlamdaÖzgürlük Sosyolojisi’yle ilgili yeterince bilgi üretilip yayılıyor mu? Bu konuya dair ne dersiniz?
Hayır, yeterince değil. Son yıllarda Avrupa’da kimi konferanslar yapıldı. Genelde bu yönlü belli bir kıpırdanma gelişiyor son zamanlarda fakat çok sınırlı kalıyor. Bunlar da daha çok tanıtım eksenli oluyor. Üretim çok az.
Neden böyle sorusu üzerine ben de düşündüm, düşünüyorum. Bunun tek nedeni yok. Evvela güncel politik ihtiyaçlar, sürekli aktif mücadele hali bu boyutu gölgede bırakıyor.
Yanı sıra biz, daha genel anlamda Ortadoğu toplumları dogmatik düşünce kalıplarına hapsolmuş gibiyiz. Dogmatizm sadece bir şeye körü körüne inanmak değildir. Bir şeyi sorgulamadan, neden, niçin, nasılına bakıp anlamadan olduğu gibi kabul etmek de dogmatik düşünce tarzının bir yönüdür. Kutsal kitapların diyarıdır, Ortadoğu. Ve onların hiçbir sözü sorgulanmaz. Kabul ediliyor ama derinliğine anlaşılmıyor. Anlaşılmadığı için de fikriyat üzerine söz kurma, onu geliştirme mümkün olmuyor. Ve elbette aydınların bu konudaki sorumluluğuna işaret etmek lazım.
- Sizin gündeminizde yeni bir çalışma var mı?
‘Kapatılma’ konulu bir çalışmam basıma hazırlanıyor. Bir süredir de demokratik federasyon ve Ortadoğu üzerine yoğunlaşmaya çalışıyorum.
- Son olarak belirtmek istediğiniz başka bir şey var mı?
Kimi sorularınıza verdiğim yanıtların yeni sorular doğurabileceğini tahmin edebiliyorum. Olabildiğince kısa yanıtlar geliştirmeye çalıştım. Oysa biz hapishane halkı uzun konuşmayı severiz! Sorularınıza bir parça yanıt olabildiğimi umuyorum.
- Evet, çok teşekkür ediyoruz.
Ben ilginiz, emeğiniz için teşekkür ederim. Başarılar diliyorum.
Tutsak yazar Bayhan: Doğa da insan da değişmekte, yeniden oluşmaktadır – I