Politik tutsak yazar Zeki Bayhan ile konuştuk:
‘Paradigma değişince bilgi üretme kültürü değiştiği için kullanılan kavramların anlamı/karşılığı da değişir. Bilimden çok bilinen bir örnek vereyim: Mesela ‘kütle’ kavramı. Kütle kavramının Newton bilimindeki anlamı ile Einstein bilimindeki anlamı aynı değildir’
Hasan Kılıç
Politik tutsak Zeki Bayhan, 27 yıldır hapishanede yeni düşünceler ve kitaplar geliştiriyor. Felsefe ve politika ile ilgilenen Bayhan, birçok kitap çalışmasının yanında ‘Neden Yeni Bir Sosyal Bilim Paradigması’ adlı bir kitap yazdı. Kandıra 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu’nda tutulan Bayhan ile kitapları ve düşünceleri üzerine söyleşi yaptık. Söyleşinin ilk bölümünü sunuyoruz.
- Sizinle yeni basılan iki ciltlik ‘Neden Yeni Bir Sosyal Bilim Paradigması’ çalışmanız üzerine konuşmak istiyoruz. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Hakkariliyim. Orada büyüdüm. Üniversite yıllarında politik mücadeleye dahil oldum. 48 yaşındayım. Ve 27 yıldır hapishanedeyim.
- 27 yıl çok uzun bir süre. Biraz anlatabilir misiniz?
Anlatamam! Hapishane bir öğütme mekanizması olarak kurgulanmış bir yapı. Ve çok yönlü.
- Peki bir gününüz nasıl geçiyor?
Güzel soru! Çünkü hapishanede sonsuz bir rutin vardır. Her gün bir diğerine benzer. Yani bir günü anlattım mı 27 yılın nasıl geçtiğini de özetlemiş olurum. Bir günüm nasıl geçiyor? 7:30’da uyanıyorum. Zamanım okuyarak, yoğunlaşarak, biraz da yazarak geçiyor. Günde ortalama 6-7 saatim okumayla geçiyor. 1-2 saati gazete, haber takibine ayırıyorum. Gerisi bilinen gündelik işler; temizlik, yemek, volta vb.
- Daha çok neler okuyorsunuz?
Son 20 yıldır siyaset bilimi, siyaset felsefesi ağırlıklı okuyorum. Yanı sıra felsefe, edebiyat okumalarını seviyorum. Biraz da tarih. Ama tarihi mecburiyetten okuyorum.
- En çok sevdiğiniz iki filozofu sorsak?
Birini biliyorsunuz zaten, diğeri Marx.
- Devam edecek olursanız isimlere…
Spinoza, Nietzsche, Foucault, Adorno, Benjamin, Deleuze… Edebiyatta Dostoyevski, Proust, Zweig, Saramago, Amado, Bextiyar Eli… Edebiyatta da, felsefede de listem uzun biraz. Bir de baş ucu şairlerim var…
- Peki, şimdi yeni kitaba geçmek istiyoruz. Kitabın adıyla başlayalım: Neden Yeni Bir Sosyal Bilim Paradigması? Böyle bir çalışmaya neden ihtiyaç duydunuz?
Bu soruya cevabın bir genele dair boyutu var bir de kendi deneyimimizle ilgili bir boyutu.
Öncelikle günümüz dünyasının böyle bir derdi var. I. Wallerstein, P. Bourdieu, A. Giddes ve pek çok insan yıllardır modern sosyal bilim sorunları üzerine kafa yordu. Ve tartışmalar devam ediyor. Modern sosyal bilimlerin yaşadığı kriz, modernist sistemin kriziyle doğrudan bağlantılı. Zira modern sosyal bilimler modernitenin zihin dünyasını oluştururlar. Dolayısıyla on yıllardır tartışılan sistemik krizin önemli boyutlarından biri sosyal bilim alanında cereyan etmektedir. Bu alandaki tartışmalar yeni de sayılmaz. Ve bu da bir gerçek ki; tıkanmış, açmazlara boğulmuş bir zihniyet ile bu zihniyete dayalı kurumsal yapı krizlerinin aşılabilmesi, aynı zihin kodlarıyla mümkün olmaz. Yeniye ihtiyaç buradan doğar. Diğer taraftan kitapta da bahsettiğim gibi Abdullah Öcalan, son 20 yılda daha yoğun olmak üzere uzun süredir zihniyet devrimi ihtiyacına dikkat çekiyor. Peki nedir bu zihniyet devrimi denen şey? Bunun doğru anlaşıldığından dahi şüpheliyim. Çünkü bu “dün öyle düşünüyordum, artık böyle düşüneceğim” denilerek içinden çıkılabilecek basitlikte bir konu değil. Zihniyet devrimi dediğimiz şey, olay ve olgulara bakış açısının değişmesidir, ki bu doğrudan paradigmayla ilgili bir konudur. Ve tüm diğer kavramsallaştırmalar da bu bağlam üzerinden içerik kazanır. Sosyal bilim analizi bu değişimin ana parametrelerinden birini oluşturur.
- Biraz açar mısınız? Paradigma konusunu özellikle.
Paradigma sözlüklerde model, örnek olarak geçer. Fakat en genel manada dünya görüşü olarak da düşünülebilir. Bir dünya görüşü de bilgi üzerinden oluşur. Peki bilgi nasıl üretilir? Bilginin kaynağı, niteliği, ona ulaşma yolları nelerdir? Paradigma bütün bu boyutlara dair birbirini tamamlayan sayıltılara/kabullere dayalı gelişen bilgi üretme kültürüdür. Ve bu kabuller arasında kopmaz bir bağ vardır.
İşte yeni bir paradigma demek bütün bu boyutlara dair yeni kabuller, bu kabullere dayalı bilgi üretimi dolayısıyla da bakış açısı ve dünya görüşü demektir.
Biraz daha somutlamak için söyleyeyim; paradigma değişince bilgi üretme kültürü değiştiği için kullanılan kavramların anlamı/karşılığı da değişir. Bilimden çok bilinen bir örnek vereyim: Mesela ‘kütle’ kavramı. Kütle kavramının Newton bilimindeki anlamı ile Einstein bilimindeki anlamı aynı değildir.
- Kavramlardan girdik madem, çalışmanızda ‘şiirin dili hakikate daha yakındır’ şeklinde bir belirlemeniz var. Burayı biraz açabilir misiniz?
Biz sosyolojik ve doğal olay ve olguları oldukları gibi değil, kavramlar üzerinden algılarız. Zihnimizde bütün bunlara dair eğitim ve daha genel anlamda kültür yoluyla edindiğimiz kavramsal örüntüler var. Biz olay ve olguları bu örüntülere indirgeyerek algılarız.
- İndirgeme?
Evet, bir tür indirgeme. Doğa da insan da son derece karmaşık olgular. Biz onları kavramsal örüntüler yoluyla basite indirger, öyle algılarız. Hakkında herhangi bir kavramımız olmayan şeyi ise düşünemez, algılayamayız. Kimi meditasyon ustaları düşünceyi durdurmak ya da odaklamak için ‘anlamsız şekiller düşünün’ gibi şeyler söylerler. Bundandır.
Kavramlar bu nedenle gerçekliği olduğu gibi, birebir ifade etmezler. Ve bir anlamda olgunun gerçekliğini sınırlar, sınırlara hapsederler. Oysa sosyolojik ve doğal olgular canlıdırlar, değişirler. Dolayısıyla, kavramlar ile gerçeklik arasında zaten en başta var olan mesafe açılır.
Şiirin dili ise çağrışımlıdır. Şiir dilinde kavramlar imgeler yoluyla adeta canlanır ve olgunun farklı yönlerinin algılanabilmesine kapı aralarlar. Ayrıca şiirde duygusal, düşünsel ve sezgisel bölme hallerinin bir bileşimi, geçişkenliği vardır. Kavramların düz anlamını aşan bir anlamsal çağrışım gücüne sahip olması bundandır. Bu nedenle hakikate daha yakındır diyorum. Dikkat edin mitolojinin, dinsel metinlerin dili şiirseldir. İnsanlar arasındaki yine insanlar ile doğa arasındaki uyum, yaşam ritmi bozuldukça dil tekdüzeleşir, mekaniktir. Dil esas olarak da modernite zamanında yaşam paralelinde mekanikleşmiştir. Romantizm akımı buna tepkiydi ama muvaffak olamadılar.
- Paradigmaya dönelim. Yeni paradigma ‘büyüsü bozulmuş dünyaya yeniden bir büyü kazandırma’ mıdır?
Bu, büyüye ne anlam yüklediğimize bağlı. Büyü eğer toplumun kendi doğasıyla, özgür varoluş dinamikleriyle buluşması ve yaşamı insan-toplum-doğa diyalektiğinde canlı, ahenkli kılma arayışıysa evet öyle yorumlanabilir.
- Özgürlük Sosyolojisi için ‘insan ve toplum gerçekliğini’ kavramak amacı ya da imkanlarından bahsediyorsunuz. Burada insan ve toplumsal gerçeklik dediğiniz nedir?
İnsan ve toplum kendi gerçekliğinden uzaklaşmış/uzaklaştırılmış durumda. Ve uzaklaşma bilinç halini de içeriyor. İnsanın yabancılaşması (duygusal, düşünsel, emeğe yabancılaşma vb) üzerine çok şey söyleniyor, yazılıp çiziliyor. Bu yabancılaşmaların gerisinde modernist paradigmanın aklı ve bu akla dayalı yaşam tasavvurları var. Bu nedenle insan ve toplumun doğru tanımlanması son derece önemli ilk adımlardan biridir. Mesela insan eko-sosyal bir varlıktır değil mi? Kendisinin eko-sosyal bir varlık olduğu bilincine sahip bir insan doğanın efendisi olmadığını, bilakis onun çocuğu olduğunu, ona muhtaç olduğunu ve ona zarar vermemesi gerektiğini bilir. Liberal kapitalist sistemin insan bireyini önce doğadan, sonra da toplumdan kopararak ne hale getirdiğini, nasıl ucubeleştirdiğini biliyoruz.
Bugün Türkiye’deki doğa talanını; maden, enerji, para için doğanın nasıl harcandığını görüyoruz. İnsanların bunu kendilerine hak görmesi, haktan, hakikatten uzaklaşmışlığın göstergesidir. Peygamberler bu çağda yaşasaydı bunu en büyük, en affedilemez günahlardan birisi addederlerdi herhalde. Çünkü, herkesin doğmamış çocuklarının, gelecek nesillerin hakkına girmektir bu. Tüm bu nedenlerle insan ve toplumun doğru tanımlanması çok önemli bir ihtiyaç.
- Paradigmayı ontolojik, epistemolojik, metodolojik içerimleriyle üç katmanda inceliyorsunuz. Metodoloji sırf sınama evresi midir? Yoksa hakikate ulaşmanın alet çantası mıdır?
İki soruya da yanıtım hayır olacak. Paradigmanın her üç sayıltısı iç içe yuvalanır. Birbirine bağlıdırlar. Metodolojide bir keyfiyet yoktur. Ontolojik temel ve epistemolojik bağlamı göz ardı edemez. Dolayısıyla ne sadece sınamadır ne de alet çantası. Sınama metodolojinin paradigma içindeki işlevlerinden biridir sadece. ‘Alet çantası’ ise ihtiyaca göre alet seçimini dolayısıyla da keyfiyeti çağrıştırıyor.
- Nesnellik iddiası ideolojik içerimse, Özgürlük Sosyolojisi’nin nesnellikle ilişkisi nedir?
Sorun nesnellik kavramına ne anlam yüklendiğiyle ilgilidir. Modern bilim dolayısıyla sosyal bilimler nesnelliği bilimselliğin temeli olarak formüle eder ve onun üzerinden yasalar/kabuller örerler. Bir tür mutlak doğru, tartışılmaz yasa vb. Fakat olgunun nesnelliğini ortaya koyan kimdir? İnsan. Peki insan doğayı nasıl algılar? Kurduğu kavramsal örüntüler üzerinden… Yani nesnellik iddiası insan zihninin dahli ile gelişir. Dolayısıyla pozitif alanları dahil bütün bilimlerde gelişen bilgilerin tümü bir parça öznellik içerirler. Ama az ama çok… Mutlak nesnellik yoktur. Zaten mutlak nesnellik iddiaları doğru olsaydı, bilimsel yasaların değişmemesi gerekirdi! Bu nesnellik diye bir şey olmadığı anlamına gelmez. Olgunun objektif analizi için öznellikten olabildiğince uzak bir yaklaşım olabilir ve gereklidir. Şunu da gözden kaçırmayalım; analizde öznellik boyutunun farkında olan uyanık bilinç, olgunun nesnelliğine daha fazla yaklaşma imkânı sunar.
Özetle Özgürlük Sosyolojisi’nin nesnellikle bir sorunu yok. Nesnellik algısında bir fark söz konusudur. Tüm bilgilerin son tahlilde sosyolojik olduğu gerçekliğinin farkındalığıyla nesnellik-öznellik ilişkisi ve algısı yeniden tanımlanıyor.
- Özgürlük Sosyolojisi’ni ‘ilişkisel diyalektik’le açıklıyorsunuz. Çelişki bunun neresinde konumlanıyor?
Tam merkezinde. Kavram karmaşası yaratmamak için bir-iki küçük tanımsal ayrım yapmamız iyi olacak. Paradigma dediğimiz şey düşünce modelidir. Bilgi üretme kültürü de denebilir. Dolayısıyla felsefi, ideolojik, sosyolojik tüm bilgi üretimlerinin temelinde bulunan en alt katmandır. ‘İlişkisel diyalektik’ ifadesini yeni paradigmanın bakış açısını tanımlamak için kullanıyorum. İdeolojik bağlam olarak demokratik sosyalizm de, örgütleme modeli olarak öz yönetimci konfederalizm de bu paradigmal evrenin ve ilişkisel diyalektik analizin ürünüdürler. Özgürlük Sosyolojisi ise bu paradigmal evrende ve yine ilişkisel diyalektik bakış açısıyla gidilen toplum analizidir.
Sorunuza dönersem, bakış açısıyla ilgili olduğu için kritik ve zor soru.
‘İlişkisel diyalektik’ ifadesini ilk olarak Demokratik Sosyalizm kitabında kullanmıştım. Konu üzerinde düşünürken bu ifadelendirmenin ‘tuhaf’ karşılanabileceği de aklıma gelmişti. Neden? Çünkü diyalektik zaten bir ilişki hali arz eder değil mi? O halde?
Bu kavramsallaştırmaya, yeni paradigmal bakış açısının klasik diyalektikten farklarına işaret etmek için gittim. Bakış açısında bütünü görme! Ama hangi bütün ve nasıl? Çelişkiyi oluşturan tarafları -bu noktada çelişkiyi çatışan iki tarafta sınırlı tutan klasik bakış açısını eksikli gördüğümü belirtmem lazım- birlikte görmekten bahsediyorum. Bu; parçaları, parçaların birbiriyle ilişkileri ve tümünün oluşturduğu parça olarak bütünle ilişkileri içinde gören bakış açısıdır. Bu noktada Deleuzeyen terminolojiden yararlandığımı belirtmeden geçmeyeyim. Bağlantılı olarak, olay ve olguları ilişkisellikleri üzerinde görmek sadece onlara etki eden, onları oluşturan çoklu çelişkiler bütünlüğü içinde görmekle sınırlı değildir. Aynı zamanda bunların bir zamansal-mekansal boyutu (ya da ilişkisi diyelim) da vardır.
Özetle çelişki, ilişkisel diyalektik bakışın merkezindedir. Fakat çelişki algısı, tanımlamasında yenilikler söz konusu. Çelişki ve dolayısıyla oluş’a bakış açısında farklılıklar var. Çelişkinin tahtı sağlam!
- Tikellik ve evrensellik ilişkisini nasıl düşünmeliyiz?
Tikellik ve evrensellik ister sosyolojik ister doğal olgular için olsun birliktedirler. Politikadan örnekleyelim. Rojava’yı düşünün. Küçücük bir coğrafi alan. Ama orada küresel güçlerin bir mücadelesi var. Bölgesel güçlerin bir mücadelesi var. Halkların bir mücadelesi var. Orada yürüyen ideolojik mücadeleler var vb. Rojava sadece Kürtlerin ve Arapların meselesi değil bu nedenle. Ayrıca orada gelişen ideolojik politik çizginin bir model olarak tüm dünyayı etkileme potansiyeli var. Fransız Devrimi’nin, Sovyet Devrimi’nin nasıl geliştiğini, ilk hallerini hatırlayın… Şimdi Rojava yerel bir sorun mudur, küresel mi? Tikel midir, evrensel mi?
- Özgürlük Sosyolojisi’nde siyasal alan ve ekonomik alan arasındaki ilişki nasıl kurulur? Özerk midir, bağımsız mıdır, bütünleşik midir?
Toplumu tanımlama biçiminiz onun ahlaki politik dokusu kadar ekonomisini de içerir. Zira ekonomisiz toplum düşünülemez. Özgürlük Sosyolojisi toplum tanımlaması, toplumun politik manada öz yönetim temelinde yapılanmasını toplumsal özgürlükler için olmazsa olmaz görür. Bu aynı zamanda ekonomik sömürü sistemine karşı, öz yönetimci ekonomi modellerini de içerir, öngörür. Dolayısıyla ekonomik alan politik alandan ayrı düşünülemez. Politika, toplumun ekonomik, sosyo-kültürel yaşam ve yapılanmalarının bizzat tabanın inisiyatif ve kararıyla tesisini ifade eder.
- Neden Yeni Bir Sosyal Bilim Paradigması 1 ve 2. cilt boyunca ‘oluş’tan bahsediyorsunuz. Kendinde bir kavram olarak ‘oluş’ nedir?
Nasıl özetleyebilirim? Heraklitos’tan bu yana her şeyin her an değiştiğini biliyoruz. Tamamlanamamazlık, canlı olma halinin karakteristiğidir.
Doğa da insan da sürekli değişmekte, yeniden oluşmaktadır. Bir tür fiil hali diyelim. Buna ‘oluş’ diyoruz. Oluş’un bir öznesi yoktur. Mesela doğa evriminin öznesi nedir? Bu yönüyle ‘oluş’ doğanın diyalektiği olarak düşünülebilir. Toplumsal oluş’ların farkı ikinci doğanın (toplumsallaşmanın) özelliklerini de ihtiva etmesinden ileri gelir.
Ayrıca oluş’u bir potansiyel olarak görmek gerekiyor. Olmakta olanın, olacak olanın potansiyeli. Ucu açık bir gerçeklik…
- ‘Toplumsal düzlemde yasalardan çok eğilimlerden bahsedebiliriz’ diyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Bu, daha çok toplumsal düzlemdeki yasalılık halinin niteliğine dair bir tespit. Yasa, konu edindiği olay-olguyu kurar ve onu sınırlar içinde tutar. Katı yasalılık bu nedenle değişmezliği ifade eder.
Toplum doğa oluşumuna göre çok daha hızlı bir devinim, değişim-dönüşüm içindedir. Dolayısıyla topluma dair yasaların esnek olması gereği toplumun doğasından ileri gelir.
Eğilim dediğim şey, topluma has olan bu görece hızlı devinim ve değişime orta ve uzun vadede yön veren doğrultudur. Eğilimler, topluma dair esnek yasaları yadsımaz, onları içerir.
İKİNCİ BÖLÜM YARIN