İçinden geçtiğimiz bu karanlık günlerde, duyarlı kamuoyu ve içerideki yüz binlerle ifade edilen tutsağın yakınları, arkadaşları, yoldaşları, doğal bir panikle zindanlara da sıçramış virüsün nelere yol açacağını tartışıyor, yazıp çiziyor, ses yükseltiyor. Kuşkusuz çokça örneği vardır ama ben; birini okuduğum, birine Diyarbakır zindanında bizzat tanık olduğum, diğer ikisini de (birine müdahil olup yargılandığım) gözlediğim dört olayla, zindanda bizzat fiili müdahale ya da hasta ederek öldürme olaylarının bir gelenek olduğunu biliyorum. Üstelik sadece Türkiye’de değil, başta Arjantin olmak üzere dünyadaki birçok ülkede. Ama bu yazıda ülkede yaşanan dört olaydan bahsedeceğim. Arjantin’deki benzerlikleri detayıyla öğrenmek isteyenler Olimpo Garajı adlı filmi izleyebilir…
**
İlk örneğimin şahidi Nazım Hikmet.
Kırklı yıllar. Nazım o yıllarda malum donanma davasından kendi deyimiyle ‘Bursa Kalesi’nde’ yatıyor. İşte o günlerde, Konya zindanından on iki kişilik bir adli tutuklu grup Bursa’ya naklediliyor. Aralarında ‘elde olmayan sebeplerle hem içerde hem dışarda onlarca kişiyi öldürmüş’ İsmet İnönü’nün silah arkadaşı Antepli Çolak Ali’nin oğlu Abdullah Palaz da var. Bursa Cezaevi idaresi, yeni gelen ve ‘kontrolü güç’ bu gruba ders vermek amacıyla zaten hep yaptıkları bir şey yapıyorlar. Yeni gelenler, onlarca gardiyan eşliğinde oldukça karanlık bir odaya sokuluyorlar, göz gözü görmüyor. Gardiyanın biri o odadan başka bir odaya açılan bir kapı daha açıyor ve tutuklular karga tulumba o kapıdan aşağıya atılıyorlar. Atıldıkları yer cezaevi lağımının biriktirilip sonra tahliye edildiği iki metreye yakın derinliği olan iğrenç bir yer.
Kimse kimseyi göremediği için kısa boylulardan ikisi bir süre sonra boğularak ölüyor, bir biçimde borulara, kablolara vs tutunabilenler, o iğrenç ortamda saatlerce tutulduktan sonra çıkarılıp orta yerdeki kafese getirilerek bir süre de orada diğer mahkumlara gözdağı mahiyetinde teşhir ediliyorlar.
Nazım’la tanışıklıkları o kafes esnasında oluyor. Nazım onlara testiyle birkaç kez su taşıyor, ağızlarını çalkalayıp yüzlerini yıkamalarını sağlıyor, cebinden çıkardığı paket sigaradan birini kendi yakıp kalanı kibritle birlikte onlara veriyor. (Kaynak kitap: Azrailin Öbür Adı, yazar Turhan Temuçin)
**
Seksen darbesiyle birlikte binlerce insan Diyarbakır Zindanı’na götürüldü. Biri de bendim, o vahşet ortamına dair tanıklıklarım, yaşadıklarım var. Gördüğümüz işkenceleri, bu işkencelerde yaşamını yitiren arkadaşlarımızı anlatmayacağım. Destansı direnişlerle tarihimize geçen yiğitlerden de bahsetmeyeceğim. Hatta ‘Şimdi bunlardan kimseyi asamayız, asarsak dağa çıkma oranı artar, olaylar tırmanır’ başlığındaki yorumlara da girmeyeceğim. Anlatacağım şey konumuza uygun, hastalık yayma ve bu yöntemle mümkün olduğunca ‘doğal yollardan’ tutsak öldürme girişimi.
Had safha açlık, susuzluk yaşadığımız, aylarca yıkanamadığımız günlerdi. Ciddi zayıflamalar, renklerde sararmalar başlamıştı ki bazı arkadaşlarımızda en önemli belirti de görülmeye başlandı: Kan tükürme…
Bu durumdaki arkadaşlarımızı alıp götürdüler, cezaevi doktoru ‘muayene etti, teşhisi koydu.’ Tüberküloz. Namı diğer verem… Muayene sonrası tekrar yanımıza getirilen arkadaşlarımız bir süre bizimle tutulduktan sonra kendileri için ‘hazırlanan’ Veremliler Koğuşu’na götürüldüler. Kısa bir süre sonra da ‘Ne yapıyoruz biz, bundan ala fırsat mı olur’ mantığıyla her biri bir koğuşa geri getirildi. Metal kaşığımız yoktu, mikrop taşımaya çok uygun tahta kaşık kullanıyorduk. Sıcak suyu ise tahliye olduktan sonra evlerimizde gördük. Bulaşıklarımızı tuvaletlerin yanındaki küçük boşlukta, soğuk suyla ve çoğu zaman deterjansız yıkıyorduk. O dönem yayabilecekleri tek hastalık veremdi ve birçok arkadaşımıza bulaştırmayı başardılar. Neredeyse yüzde seksenimizde kalp,nefrit, mide, ağız ve diş hastalıkları, uyuz ise çok sıradan şeyler olarak kaldı hayatımızda…
**
19 Aralık 2000 yılında, adına ‘Hayata Dönüş’ denilen bir operasyon başladı Türkiye’deki yirmi cezaevine yönelik. Özellikle siyasi tutsakların olduğu cezaevlerindeki koğuş sistemi yerine hücre sistemini hedefleyen, tutsakları yalnızlaştırmaya, tek kişilik, iki, üç kişilik hücrelere koyarak yaşamdan ve birbirlerinden iyice soyutlamayı planlayan bir girişimdi bu. Kırk yıl önce Diyarbakır Cezaevi’nde Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncü kadroları için uygulanmış bir yöntemdi. Bu yöntemi metropol cezaevlerinde uygulamaya koymak da sosyal demokrat hükümete ve onun adaletten sorumlu bakanı Hikmet Sami Türk’e nasip oldu. On bin kişilik özel birliklerden oluşan asker ve polis ekibi, kepçeler, dozerler, değişik çap ve modelde silahlar, insan yakmaya elverişli araç gereçlerle, silahsız, savunmasız insanlara saldırdılar… Otuz devrimci tutsak katledildi. Şaibeli biçimde iki de asker öldü.
Her dönem iktidara uşaklık eden medya, utanmadan, yüzleri ve bedenleri yakılmış kadın tutsakların resimlerini manşetten verip, hapishanede olan savunmasız insanların nasıl katledilip ‘etkisiz hale getirildiklerini’ anlat anlat bitiremedi. Bu gazete sütunlarında yazılarını okuduğunuz Veli Saçılık’ın kolu da o operasyonda koparıldı.
**
Şimdilerde ciddi bir salgın kuşattı dünyayı. Dünya genelinde günde neredeyse beş on bin insan yaşamını yitiriyor. Türkiye’de de ciddi kayıplar var, rakamların gizlenmesine rağmen her gün vaka sayısı üç beş bin artıyor. AKP-MHP hükumetinin, kendilerine yakın ve her başlıkta kullanabileceği doksan bin civarındaki her türden kirli işe bulaşmış, çete mensubu, katil ve tecavüzcüyü saçma sapan bir yasayla çekip aldığı cezaevlerinde şimdi savunmasız bir kitle var. Bu kitle arasında oldukça nitelikli, çoğu HDP üyesi, Kürt siyaseti mensubu ya da Türk sosyalist hareketlerinden insanlar, kıymetli gazeteciler ve henüz hiçbir biçimde suçluluğu kanıtlanmamış tutuklular var. Tamamı savunmasız durumda.
Virüs tespitinden dolayı bazı adliyelerde tüm faaliyetler durduruldu. Kalkandere hapishanesinde altmış dört pozitif vaka belirlendi. Bazı hapishanelerin gardiyanlarının ve tutsaklarının da virüs taşıdığı açıklandı. Hükumete göre bütün bu bulguların hiçbir önemi yok. Görünen o ki, zil takıp oynayacaklar.
Özünde asmak, öldürmek istedikleri kitle, tüm dünyada ölümlere yol açan bir virüsün etkisinde ve bu sebepten dolayı ölmek son derece ‘doğal’ ve ‘izah edilebilir bir gerekçe.’ Ancak unutulmaması gereken başka bir şey daha var! Bu durum, yani olası bir cinayet zincirinin oluşması da katillerin yargılanmalarına sebep onca şeyden sonra en insani ve tüm insanlık nezdinde kabul görecek en izah edilebilir bir gerekçe…