Veysi Altay
Herkesin evinde kaldığı ve bu yüzden de film seyretmeye yöneldiği bu dönemde, ben de birçok film seyretme imkânına sahip oldum. O filmlerden biri de “Silahların Kız Kardeşliği” (Sisters in Arms).
Avrupalı yönetmenlerin Şengal soykırımı ve direnişi üzerine ikinci uzun metraj filmi. Birincisi, Eva Husson’un yönetmenliğini üstlendiği “Güneşin Kızları” (Girls of the Sun) filmi idi. Benim için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Onun için “Silahların Kız Kardeşliği” filmini de merak ve kaygıyla bekliyordum.
2019 yılında çekilen, senaryosunu ve yönetmenliğini Caroline Fourest’in üstlendiği “Silahların Kız Kardeşliği” filmi IŞİD’in Şengal’de bir Êzidî köyüne baskın yapması ile başlıyor.
Anonsla bütün köyü müslüman olmaya çağıran IŞİD, köyün erkeklerini meydana toplayıp infaz eder. Çocukları canlı bomba yapmak, kadınları da köle pazarında satmak için esir alır.
Esirler arasında filmin ana karakteri olan ve resme ilgi duyan 19 yaşındaki Zara da yer alıyor.
Film, Zara’nın esir düşmesi ve esaretten kurtulduktan sonra hem küçük kardeşi Keiro’yu kurtarma hem de intikam için savaşçılara katılma sürecini anlatıyor. Anlatıyor diyorum çünkü filmin ve de yönetmenin iddiası ve söylemi bu. Ayrıca yönetmen, “Feminist bir savaş filmi yaptım” iddiasında.
Yıllardır sinemada (Özellikle Amerikan sinemasında) değişmeyen bir klişe vardır. Bir ülkede, bir coğrafyada, ulusal kurtuluş savaşı veren bir örgütte, kadınların mücadelesini, ezilmişliğini anlatan herhangi bir soruna karşı direnişin olduğu yerde bir ya da birkaç beyaz Avrupalı veya Amerikalı gelir, oradaki insanların verdiği bedelleri, mücadeleleri çeker. Sonunda da Avrupalı ya da Amerikalı kurtarıcı olur.
Bize de o karakterleri sevdirip karakterin geldiği ülkenin de ne kadar “İyi, demokrat, kurtarıcı, sevecen vs…” olduğunu gösterip giderler. Ben bu yazıda Kürdlerin 2013 yılından bugüne kadar IŞİD karşısında verdiği bedelden ve direnişten bahsetmeyeceğim. Çünkü yazının amacı bu değil.
Ama seyrettiğim filmin başından sonuna kadar kendini bu klişeden kurtaramayıp filmin sonuna kadar devam ettirmesi maalesef kaygılarımı haklı çıkardı.
Filmin Kürdçe dil danışmanlığını kim yaptı? Yönetmen Ortadoğu ve Rojava’daki gelişmelere ne kadar hâkim, bu konuda kimden destek aldı? Bilmiyorum. Fakat filmin başından sonuna kadar değişmeyen Kürdçe dil sorunu var. Filmde 3-4 dil kullanılıyor. Bu dillerden Fransızca, Arapça, İngilizce gayet düzgün ve olması gerektiği gibi ama ne hikmetse filmin geçtiği coğrafya, konu aldığı halkın dili, yıllardır Türkiye’de ‘bilinmeyen bir dil’ olarak adlandırılacak bir biçimde kullanılmış.
Gerçekten de Kürdçe, telaffuzu ve ne dediği anlaşılmayan haliyle bilinmeyen bir dil olmuş. Açıkçası filmin baştan sona hangi kimliğe bürünmek istediğini, tam anlamıyla ne anlatmak istediğini anlamakta çok zorlandım. Yönetmenin karakterlerin kimliğine dair de kafası fazlasıyla karışık. Bazı yerlerde Kürdistan bayrakları, bazı yerlerde hangi yapıya ya da kimlere ait olduğu belli olmayan bayrak ya da askeri kıyafetler kullanmış. Filmin ana karakteri olan Êzidî kızı Zara, bir süre sonra ana karakter olmaktan çıkmış. Artık ana karakter, çoğunluğu Kürd olmayan kadın savaşçıların yer aldığı “Yılan taburu” olmuştur.
“Yılan taburu”nun hangi yapı ya da örgüte bağlı olduğunu da filmde anlamak imkânsız. Filmde Peşmerge’ye ait bazı imgeler kullanılmış, fakat Peşmerge taburu değil. Çünkü bildiğimiz kadarıyla düzenli ordular (devletlere bağlı) dışında Peşmerge ile birlikte savaşan başka kimseler yok. İlk akla gelen YPG, YPJ savaşçıları fakat filmde YPJ’ye ait herhangi bir imge, simge bulamıyorsunuz. Ya da herhangi bir yerde ismi geçmiyor. IŞİD savaşını bilmeyen biri, filmi seyrettiğinde kesinlikle Avrupalıların bir araya gelip içlerine de birkaç Kürd’ü alıp kurduğu özel birlik olarak düşünebilir.
Aslında yönetmen, filmde dünyanın bildiği bir gerçeği özünden koparıp etrafından dolaşmayı tercih etmiş. İşlemediği gerçeğin üzerini de filmin bazı yerlerinde feminizm kavramıyla kapatmaya çalışmış fakat başaramamış. Muhtemelen yönetmen, filmi, Kürd kadın savaşçılarını ve enternasyonalist feminist savaşçı olan kadınlara karşı, kendi “Batılı ve kurumsal feminizm” anlayışını koyarak Kürd kadın mücadelesinin kötü bir propaganda halini işlemeye çalışmış.
Yönetmenin “Feminist bir savaş filmi yaptım” iddiası bile filmde feminizm felsefesine aykırı durum yaratmış. Filmin bir yerinde, mücadeleye katılan iki Fransız feministin duvarda duran feminizmin öncülerinden Rosa Luxemburg’u tanımaması ve “Bu hangi Kürd savaşçı?” diye sorması bile ciddi bir çelişkiyi ortaya çıkarmış. Gerçi hakkını vermek lazım filmin bütün ana karakterleri kadın, öncülük mutlak ve haklı olarak kadınlarda ama filmin bir bütününde kadın gerçekliğini yeterince verebildiği kanısında değilim.
Belki de filmin en çarpıcı yerlerinden biri, kadınların eğitim gördüğü sahnedir. Nişan alıp hedefi tam isabet ettiren her “yabancı” savaşçı atıştan sonra farklı ülke ordularından geldiklerini ifade etmeleridir. Başka sahnelerde de bu farklılıklar sık sık karşımıza çıkıyor. Koalisyon uçaklarının, savaşçıların her “sıkıştığında” ortaya çıkıp bombalama yapması, operasyon planlama masalarında komutayı “yabancı” komutanların idare etmesi, 2013 yılından beri birçok soykırım örneği yaşanmış bir coğrafyada filmin bir sahnesinde Charles Hebdo katliamının gösterilip intikamının alınmasının ifade edilmesi, bana yine Avrupalı ya da Amerikalı beyazın tek kurtarıcı olduğu, gerisinin teferruat olduğu hissiyatını verdi.
Ayrıca kurgu ve akışında da ciddi sorunlar görebiliyoruz. Sahnelerin hızlı geçişi, birçok sahnenin kendi içindeki tutarsızlığı, filmin zayıf noktalarından.
Örnek olarak Zara’nın IŞİD’e esir düşmesi ve IŞİD’in elinden kurtulma sahneleri, sanki sırf IŞİD’in egemenlik alanlarındaki yasaklarını görmemiz için çekilmiş. Biz IŞİD’i filmde sadece domatesi haça, salatalığı cinsel organa, televizyonu şeytan işine benzediği için yasaklayan, esir aldığı kadınları kurduğu köle pazarlarında pazarlayan bir yapı olarak görüyoruz. Filmin sonuna kadar da bu böyle devam ediyor.
Bu yaklaşım tarzı da yönetmenin IŞİD’i ve IŞİD’e karşı mücadele edenleri tanımadığı anlamına geliyor. IŞİD’in uluslararası bir örgüt olma özelliğini, profesyonel katillerden oluşan ideolojik bir örgüt olma özelliğini, cihadist emellerle dünyayı egemenliği altına almaya çalışan kirli bir yapı olma özelliğini IŞİD içinde birkaç yabancı savaşçı olması dışında göremiyoruz.
Yönetmenin, bazen meseleyi doğru yakaladığı kareler de oluyor. Bir sahnede, Zara yaşadıklarından dolayı ağlamaya başlar, bir kadın yoldaşı onu teselli ederken “Kadın bedeni üzerinden yıllarca savaşlar sürdü ama bu savaşta ilk defa bizden korkuyorlar. Onların korkusu, bizim gücümüzdür” sözleri. Yine Zara, tecavüz mağduru bir kadın olarak yoldaşına, “Erkekler cepheden geldiğinde yaralarını gösteriyorlar, onlara kahraman gözüyle bakıyoruz. Peki, ben neden yaramdan utanıyorum?” sorusu ise eril zihniyetin kadın bedenine yönelik soykırımcı bakışını dile getirir.
Filmin belirli bir yerine kadar naif ve şiddet eğilimi olmayan Zara, ona tecavüz eden IŞİD emiri El Britani’yi bir çatışmada esir aldıktan sonra kendi üslerine getirir. Orada El Britani ile baş başa kaldığında, boğazına bıçağı dayar ve kardeşinin yerini sorar fakat El Britani bıçağı kullanamayacağını, zayıf birini olduğunu Zara’ya bağırarak söyler. Zara bunun üzerine bıçağını defalarca kullanır ve El Britani’yi orada öldürür. Artık intikamını almıştır ki bence filmin en gerçekçi sahnesidir.
Sonuç olarak filmin sonunda kadınların direnişçi ruhu IŞİD’i yenip esir alınan herkesin özgürlüğüne kavuşmasıyla sonlanıyor. Hatta yönetmen filmin sonunda koalisyona inceden bir eleştiri yapar. Başarı kazanılmış olmasına rağmen morali bozuk olan erkek savaşçıya, kadın komutan “Neden moralin bozuk?” diye sorar. Cevap ise “Hiç sorma Koalisyon bizi terk ediyor” olur.
Kadın komutan, “Hiç dert etme onlarsız da Kürdistan’ı özgürleştiririz” cevabı verir.
Genel olarak yönetmenin meseleye son derecede uzak, savaşan tarafları tam olarak anlayamamış ve popülist bir yaklaşımı var. Kadın savaşçıların öncülüğü, bazı diyalogların güçlü mesajı ve haklılığı, filmin mutlu sonu bile maalesef filmi kurtaramamış.
Şimdi birçoğunuzun aklında bu kadar popülist şekilde ele alınmış bir filmin Kürdler arasında neden bu kadar “popüler” olduğu sorusu vardır.
Tüm bunların yanında, filmin neden bu kadar popülerleştirildiğini anlamak zor değil. Bir yandan kadınların öncülük yaptığı, tüm halklar açısından bir umuda dönüşen ve benimsenen Rojava Devrim felsefesinin devletler ve egemenler tarafından magazinleştirilmeye çalışılması, diğer yandan da filmi seyretmeden sadece filmin fragmanına tav olarak içeriğini bile bilmeden kendi içindeki sömürge kişiliğini ortaya çıkarıp ‘Kürdler için yabancılar çok güzel bir film yapmış, o zaman bunu duyurup sahiplenelim’ denilmesi…
Daha acı olanı ise Kürd sineması denince isimleri akla ilk gelen bazı arkadaşlarımızın filmi seyrettikten sonra kendi sosyal medya hesapları üzerinden çok iyi bir şey yapıyorlarmış gibi yaygınlaştırmaya çalışması, bazı Kürd film festivallerinin haklı olarak filmi programlarına alması fakat gereğinden fazla ön plana çıkararak açılış filmi haline getirmesi de bu popülariteye katkı sunmuştur.
Belki de çok haklı olarak bu yazıyı okuyan ya da sinema seyircisi olan insanların bize kocaman bir soru sorması gerek.
PEKİ SİZ KÜRD SİNEMACILARI OLARAK BU MESELENİN NERESİNDESİNİZ?