Yeni AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’i yakından tanıyanlar, onu “tutarlı siyasetçi” olarak nitelendirmekten geri kalmıyorlar. Sahiden de Von der Leyen siyasete girdiği ilk günden bugüne siyasi çizgisinden, yani farklı sermaye fraksiyonlarının sözcülüğünü yapma ve çıkarlarını savunma çizgisinden taviz vermedi. Bunu yaparken de rafine burjuva demagojisini kullanmaktaki becerilerini geliştirdi. İşbaşına getirildiği yeni görevinde ise bu konuda ne denli ustalaştığını kanıtlayacak gibi görünüyor.
Von der Leyen’in ilk icraatlarından birisinin sözde “Green Deal” olması o yüzden boşuna değil. Dünya çapında yaygınlaşan ve özellikle Avrupa’daki toplumsal rıza üretimini önemli ölçüde tökezletme-zorlama potansiyelini taşıyan iklim hareketi, iklimi koruma iddiasıyla Avrupa’daki sermaye güçlerine nefes aldırtacak yeni bir büyüme stratejisinin kılıfı hâline getirilmeye çalışılıyor.
Avrupa toplumlarıyla ekolojik temelde bir anlaşma yapılıyor görüngüsünü telkin eden “Europeen Green Deal”, yakından bakıldığında ekolojik kaygılarla karbondioksit salınımını azaltacak bir adım olmaktan ziyade, süregiden birikim krizinden, Avrupa’daki toplumsal çoğunluğun ve dünyanın yoksullarının sırtına kene gibi yapılmış olan bankaların ve tekellerin lehine çıkma çabası olarak okunabilir.
Plan, Avrupa’yı 2050 yılına kadar “nötr iklime sahip ilk kıta” yapmayı hedefliyor. Bunun için ilk adımda 100 milyar Euro’luk bütçe öngörülüyor. Bütçe için gerekli olan paralar vergi mükelleflerinin ve çalışan sınıfların sırtlarından, sosyal bütçelerde yapılan kısıtlamalarla toparlanacak. Yapılacak yatırımlar ise elbette ekolojik felaket mağdurlarını korumak için değil, Avrupalı tekellerin, bilhassa büyük otomotiv ve enerji tekellerinin iklim koruyucu modern teknolojilerde dünya liderleri olmaları için kullanılacak. Ki bu da AB’nin, dolayısıyla Alman emperyalizminin siyasi-askeri dünya düzen koruyucusu olma hedefleriyle bire bir örtüşmekte.
Bu açıdan “Green Deal” devasa bir yeni sübvansiyon programı olarak da görülebilir. Örnek anahtar kelimelerden birisi “E-Mobilite”, yani elektronik motorlu otomobil üretimidir. Bir tarafta “E-Mobilite” için yaşamsal önem taşıyan lityum-iyon akülerine gereken hammaddeler örneğin Afrika ülkelerinin kaynakları sömürülerek elde edilirken, diğer taraftan da “kirli enerji üretimi” bu ülkelere transfer edilecek. Aynı zamanda AB’ne yönelik ihracata CO2-Gümrük Vergileri getirilerek, Avrupa sınırları “kirli enerji üreten” ülkelerin ürünlerine kapatılacak. Gerektiğinde de Avrupa’nın sınırları, dünyanın muhtelif bölgelerinde “temiz enerjili” motorları olan panzerler ve savaş gemileriyle korunacak (!). Avusturya’da geçen hafta oluşturulan Muhafazakâr-Yeşiller Hükümeti bu politikalara nasıl toplumsal rıza alınabileceğine bir nebze ışık tutmaktadır.
İklim felaketine yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan, karbondioksit salınımını yoksul coğrafyalara taşıyarak, ekolojik krizlerin çıkmasına neden olan yayılmacı-emperyalist politikalara, savaşlara devam ederek belki “Yeşil Kapitalizmin” tutarlı bir biçimde “temiz” birikim süreçleri yaratmasına yardımcı olunabilir, ancak nasıl rüzgârlar, yağmurlar sınır tanımıyorlarsa, iklim felaketleri de sınırlandırılmaya izin vermeyecektir.
Netice itibariyle kapitalizmin “yeşili” de kendisi gibi zehirlidir. Küresel iklim hareketinin haklı talepleri kanımızca egemenlerin insafına bırakılamayacak derecede ivedi çözümler beklemektedir. Yeşil’i kızıla büründürme, e tabii, kızılı da yeşillendirme zamanı çoktan gelmiştir…