Türklük Sözleşmesi bana kalırsa, özellikle Türk kimliğine aidiyet duyanların okuması gereken bir çalışma. Çünkü nesnel anlamda hedef kitle, kendi konumunu olumsuzlamanın sancılı ama erdemli yolunu katederek gelişmeye ihtiyacı olanlardır. Türklük Sözleşmesi’nin en güzel, özlü, erdemli daveti bu belki de!
Cengizhan Kaptan
Barış Ünlü Hoca’nın Türklük Sözleşmesi olarak yayımlanan eseri, uzun yıllar yapılan çalışmalarının kitaplaşmış hali demeliyiz belki de. Ünlü, çoğu okurun kitap ile birlikte okuma fırsatı bulduğu fikirleri üzerinde aslında uzun yıllardır çalışmakta idi. Kitabı oldukça ses getirdi ve Türkiye’deki yapısal ırkçılığın konumu ve etkisi üzerine yapılan en detaylı çalışmalardan birisi olarak bir boşluğu doldurdu.
Irkçılık sözleşmesi
Barış Ünlü’nün devlet yönetiminde sözleşmeler temelinde işlediği eserinde, Osmanlıcılık Sözleşmesi, Müslümanlık Sözleşmesi ve Türklük Sözleşmesi gibi tarihsel olarak bir süreci takip eden sözleşmelerden bahsediliyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile birlikte tüm milletlerin ortak sözleşmesi kendisini önce Müslümanlık Sözleşmesi’ne ve sonrasında da Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden yıllarda ise Türklük Sözleşmesi’ne bırakıyor.
Ünlü, Müslümanlık Sözleşmesi’nin bir anlamda o dönemde zaruri olduğunu, Türk ulusunun henüz inşa edilememesinden ötürü Anadolu’daki birlikte özellikle Kürtlerin ve diğer Müslüman ulusların (Araplar, Çerkesler vs.) bu temelde bir araya getirildiğini ortaya koyuyor. Gerçekten de 1. Dünya Savaşı mağlubiyeti sonrasında özellikle Kürtleri ve Kürt din adamlarını ortak mücadele içerisinde yer almaya ikna etmek için kullanılan söylemlerde dinin yani Müslümanlığın belirleyici olduğu aşikâr.
Cumhuriyet sonrası
Cumhuriyet sonrasında ise Türk ulusu inşası kapsamında diğer Müslüman milletlerin Türk ulusuna devşirilmesi süreci yaşandığını belirten Ünlü, bunu da Türklük Sözleşmesi altında kategorileştiriyor. Önemli husus şu ki, doğru bir tespitle Türkleştirme ve ulus inşa sürecinin dine dayalı yapının tamamen ortadan kaldırılması ile değil bilakis dini temaları ve motifleri içine alarak daraltma yapan ve Türk-Müslümanların hâkim olduğu bir düzene geçildiğini belirtiyor.
İlgili sözleşmelerde, özellikle Türklük Sözleşmesi’nde çarpıcı olan yanları ise daha çok duygular sosyolojisi ve psikolojik faktörler açısından inceleyen Ünlü, bu sözleşmenin ana hatlarını şöyle özetliyor:
“Türklük belli görme, duyma, bilgilenme, duygulanma halleri olduğu kadar belli görmeme, duymama, bilgilenmeme ve duygulanmama halleridir” (s. 216). Bahsi geçen negatif hallerin de alt-sözleşmeler olan duygusuzluk sözleşmesi ve bilgisizlik sözleşmesi tarafından belirlendiğini belirtiyor (s. 216). Bu beyanda, sözleşmelere uyanların belirli imtiyazlara sahip olacağını, uymayanların ise çeşitli boyutlarda cezalara çarptırılacağını beyan ediyor. Gerçekten de Kürtlere uygulanan ırkçı hareketleri açıklama konusunda yardımcı olacak tespitler bunlar. Örnek verelim: Geçtiğimiz yaz döneminde Kürt mevsimlik tarım işçilerinin tarihsel ve tekrarlanan bir biçimde ırkçı saldırılara maruz kaldığını biliyoruz. Bu saldırılarda en son dile getirilen şey Kürt olmalarıdır işçilerin. Resmi makamlar açıklamalarında durumun ırkçılıkla ilgili olmadığını söyler. Bu beyanlar doğrultusunda Türklüğün vicdanı rahat kılınır. Bazı sosyalist sol kesimler ise Kürd’e değil, emekçiye yapılan saldırıyı kınarlar. Bu da hem bir yandan saldırıyı kınama anlamında vicdan rahatlatma ödevini yerine getirirken diğer yandan da sözleşmeye uygunluğun ötesine geçmez Ünlü’ye göre. Doğrudur da. Bugün Kürtlerin ulusal kimliklerini geriye atan, ikincil sorun olarak gören anlayışlar bu anlamda devletin resmi politikasının dışında kalamazlar o noktada.
Türk sosyalistleri
Yukarıdaki güncelliğini koruyan örnekler kitapta da Kürtler ile gerçekleştirilen görüşme kayıtlarının aktarımları doğrultusunda desteklenmekte. Kürtlerin en çok dile getirdikleri problemler arasında topluluk (Türk topluluğu) önünde Kürtçe ya da Türkçe konuşmaya çekinmeleri. Sosyalist sol gruplar arasında dahi konfor alanı bulmakta zorlanmaları da dikkat çeken hususlardan birisi zira Türk sosyalistlerinin ‘abi’lik şeklinde, her derde deva tavırlarından sıkılıyorlar. Burada göze çarpan husus, yaşamın birçok alanında Kürd’ün Kürt kimliğini baskı altında hissetmesi. Fanon’da işlediğimiz üzere kimliğini yaşayamamanın, ‘öteki’ gibi davranmak zorunda kalmak ancak bunun gerçekleşemeyeceği duygusunun verdiği bir nörotik baskılanma söz konusu.
Türklük Sözleşmesi’nin daveti
Türkiye’de Kürtlere (ve diğer azınlıklara) uygulanan baskı, yıldırma, resmî ideolojiyi dayatma hususlarında baştan aşağı çarpıcı örnekler veren ve bunları sosyolojik perspektifte kavramsallaştıran ve bu alanda kendine haklı bir yer edinen bir çalışma Türklük Sözleşmesi. Hâlâ okumayan varsa edinmeli ve üzerinde bol bol düşünmeli. Türklük Sözleşmesi bana kalırsa, özellikle Türk kimliğine aidiyet duyanların okuması gereken bir çalışma. Çünkü nesnel anlamda hedef kitle kendini, kendi konumunu olumsuzlamanın sancılı ama erdemli yolunu katederek gelişmeye ihtiyacı olanlardır; tıpkı Beyazlık çalışmalarında olduğu gibi. Türklük Sözleşmesi’nin en güzel, en erdemli daveti bu belki de!
Eksik yanlar
Kitabın benim açımdan sorunlu alanlarına gelince: Kitap duygular sosyolojisi kapsamında yazılmasına rağmen duygular sosyolojisinin kendine özgü sınırlarının ötesinde toplumda var olan duyguların önemli bir bölümünü açıklama konusunda eksik kalıyor. Örneğin sözleşmeye uymayan katmanların hepsinin doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ele alınabileceğini çağrıştırıyor eser. Bir sözleşmeyi kabul etmemek ancak karşı da çıkamamak sözleşmenin tanındığına işaret etmez. Sözleşmeye katılmayan katmanlar arasında haksızlıklara açıktan karşı çıkamayan ve sandıkta HDP’ye oy veren seçmen kitlesinin önemli bir kısmı da dahil. Bu kitlelerin durumu sözleşmenin alt-kategorileri olan duygusuzluk ve bilgisizlik sözleşmeleri ile açıklanamaz. Bunları açıklamak için despotik, baskıcı, faşizan uygulamaların sözleşme kapsamında değil ‘zorunlu itaate zorlanma ve boyun eğdirme’ kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Bu konuda haksızlıkların farkında olan ancak ses çıkaramayan geniş kitlelerin bilgisizlik veya duygusuzluk sözleşmelerini zımnen kabul ettiklerini ileri sürmek hem o geniş kitlelere haksızlık olur hem de katmanlar arasındaki niteliksel farkı hatalı bir biçimde değerlendirmemize yol açar. Barış Hoca’nın bunları kastetmediğinin farkındayım ancak sorunlu bir kavramda bu kitlelerin durumunu ayrıca ele almak gerektiğinin altını çizmek istedim.
Sözleşme sorunu
Aynı şekilde, sözleşme kavramının kendisi de sorunlu. Ne Müslümanlık ne de Türklük bir sözleşme kapsamında uygulanıyor. Kitabın araştırma alanında ve esinlendiği isimler arasında yer alan ‘… Sözleşme’lerin anti-demokratik toplum yapısını ideolojik anlamda eksik biçimde açıkladığını düşünüyorum; oysa politik yapılar ideolojiden beri açıklanmamalılar. Sözleşme kavramında toplumsal sözleşme iddiası ile tarihte yerini alan Hobbes ve Rousseau’nun toplumsal sözleşme kavramları ve açılımlarının hem demode hem de gerçekçi olmayan öğeler barındırdığı açık (örnek: s. 173). Keza, Cumhuriyet tarihindeki anayasa, kanun ve üst düzey yetkililerin söyledikleri ırkçılık ve milliyetçilik üzerine çok açık ipuçları vermekte; zaten Barış Hoca’nın kitabı da bu örneklerle ve egemenler tarafından diğer uluslara yöneltilen tahkir ve tehditlerle dolu.
Sözleşme her ne kadar metaforik bir kullanıma sahip olsa da ve Ünlü, kitabının muhtelif bölümlerinde sözleşmeye zımni uyum gibi açıklamalara yer verse de kitabın kendi içerisinde yer alan kaynakların bazılarının dahi daha uygun bir açıklama kapasitesine sahip olduğunu düşünüyorum. Örneğin Yahudi cemaati iktidarın deklarasyonlarına karşı kendi cemaatinden ‘taahhütname’ istiyor (s. 238). Sözleşmeler iki ya da daha fazla tarafın ilişkilerini tarafların hepsinin akdi ile düzenlerlerken taahhütnamenin tek bir kişi tarafından gösterilen gönüllü ya da zorunlu rıza olması daha uygun bir terminolojiyi çağrıştırıyor. Zira ilk devlet(?) sonrası hiç sözleşme yapılmadığını öne süren Hume’un tespiti de (s. 162) gayet kayda değer.
Resmî ideoloji
Öte yandan Türkiye’nin son yıllardaki icraatlarına bakarsak yalnızca Türklük Sözleşmesi değil; Suriye, Sudan, Libya gibi coğrafyalarda Müslümanlık Sözleşmesi’ne gayet uygun bir politika izlediğini görebiliriz. Bu anlamda İsmail Beşikçi Hoca’nın hem sözleşme hem de resmî ideoloji olarak karşılıklı ve eşdeğer kullanımları tasdik eden yazısına rağmen resmî ideoloji kavramının daha doğru olduğunu düşünüyorum. İktidar ve karşısında konumlanan katmanların/sınıfların açıklanması anlamında ve devletlerin ideolojik yanını içermesi anlamında resmî ideoloji daha sağlıklı bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Sözleşmeler yerine resmî ideolojinin baskıcı, yasaklayıcı, cezalandırıcı ve hatta gerektiğinde yok edici uygulamalarını sözleşmeden ziyade siyasi ve ideolojik kavramlar perspektifinde değerlendirmenin daha doğru olduğunu ileri sürüyorum.
Marx’ın bakışı
Keza aynı biçimde Marksizm içinde ulusal sorunları göremeyen ya da bunlara yeterince eğilemeyen kesimlerin homojen bir şekilde ele alınması da başka bir indirgemeci husus olarak karşımıza çıkıyor. Marksizm ve toplumsal ekoloji arasında bir yerde olarak tanımlayabileceğim ideolojik yanımın etkisi ile Marksizmin genel olarak sorunlu şekilde tanıtılması noktasında aktive edilmiş buldum diyebilirim. Marksizmin şabloncu yorumları ötesinde Marx’ın ulusal sorun üzerinde eskimemiş tespitleri hâlâ okumaya değerdir. Marx defaten İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasının kaçınılmaz olduğunu (2 Kasım 1867 Engels’e mektup), İngiliz işçilerinin Büyük Britanya birliğini desteklemekten vazgeçmelerini (30 Kasım 1867 tarihli mektup) ve İrlandalıların kendi hükümetleri ve İngiltere’den bağımsız olmaları gerektiğini kaleme almıştır. Eğer birincil kaynaklara gereken önem verilmez ise olgulardan yola çıkarak genelleme kaçınılmaz hale geliyor. Ulusal sorun ve sorunların sınıf sorunlarına göre öncelikle ele alınması gerektiği gerçektir. Ancak bu genellemeler sonunda Marksizmin dolaylı bir eleştirisi yapıldıktan sonra daha da sorunlu bir şekilde Weber’in solidarizm teorisi doğru olarak sunuluyor.
Kolonyalizmi kaçırmamak
Ünlü, kitabında Cumhuriyet’in kuruluşunda bir dönem var olması makul bir yapıyı adeta kalıcılaştırarak işçi sınıfının üstteki katmanları desteklemek ve onlar ile dayanışma temelinde var olduğunu iddia ediyor ve bunun kuruluştan bu yana değişmediği izlenimini verip sözleşmenin işlerliği kapsamında ele alıyor bu durumu. Oysa kuruluş itibarı ile gelişmemiş olan bir sınıfın göreceli halde zımnen üst katmanları desteklemesi her ne kadar Weber’in aslında yanlış olan çerçevesini destekler görünse de işçi sınıfının gelişiminin bu eklemlenmeyi kıracağı kırılganlık anlarının örnekleriyle doludur Türkiye ve dünya tarihi. İşçi sınıfı ve diğer ezilen sınıfların dayanışma çerçevesinde ele alınması konunun tamamen eksik kalmasına ve yanlış ele alınmasına neden olacaktır. Günümüz Türkiye’sinde ise ağır işlerde çalıştırılan işçilerin milliyetlerine de bakılması kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının yanında kolonyal yapının anlaşılması ile açıklanabilir.
Kısacası, bu değerli eserin yazarının da belirttiği üzere başka araştırmalar ile birlikte değerlendirilmesi daha da doğru tanımlamalar ve metodolojilere varılacağına dair ümit vermektedir.
Türkçü ulus-devlet
Türkiye’de sorunun Cumhuriyet’in kurulma anından dahi mevcut Türkçü ulus-devlet anlayışı doğrultusunda dikta ve baskı şeklinde örgütlendiğini ve durmadan kendini ürettiğini, bu ideolojik yapının Türk temelli bir yerli-milli sermaye şeklinde oluştuğunu ve kolonyal yanını kültürel, kimliksel farklılıkları yok eden bir biçimde uygulamakta olduğunu göstermek açısından çok önemli ve başvurulacak bir eser Türklük Sözleşmesi.
Mevcut ırkçı-şoven ve milliyetçi anlayışa karşı işlediğimiz kaynaklardan oluşturulan saptamalar ile yazı dizisini noktalamış olacağım.
YARIN: Irkçılık ve sömürgecilik bağlantısının fenomenal şahsiyeti: Frantz Fanon
*Birinci bölüm için tıklayınız