Her şeye rağmen Türkiye halklarının da başlıktaki ifadede olduğu gibi umut etme hakkı var; barışı ve huzuru umut etme hakkı var, gerçek bir hukuk devletini, daha müreffeh bir ülkede, insanca bir yaşamı umut etme hakkı var
İbrahim Bilmez
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 1 Ekim’deki TBMM açılışında DEM Partili siyasetçilerle sürpriz bir şekilde tokalaştığında biz yıllardır olduğu gibi yine bir Avrupa Konseyi oturumu için Strasburg’daydık.1999 yılından beri yaptığımız gibi Avrupa Konseyi’nin İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT), Bakanlar Komitesi ve Asamble gibi organlarında; İmralı Hapishanesi’ndeki hukuksuzlukları, artık işkenceye varan tecrit ile haber alamama durumunu ve Türkiye’nin on yıldır ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazıyla, yani artık meşhur hale gelmiş diyebileceğimiz “umut hakkıyla” ilgili “atmadığı” adımları konuşuyor, bunları Konsey’deki hukukçu, siyasetçi ve bürokratlara anlatmaya çalışıyorduk. Meseleyi daha iyi anlayabilmeleri için de somutlaştırıp, “Zürih’te, Münih’te, Londra’da ya da Avrupa Konseyi’ne üye herhangi bir ülkenin herhangi bir şehrinde 43 aydır hiç kimsenin -buna avukat, hukukçu, siyasetçi veya STÖ temsilcileri de dahil- giremediği; ve ne mektup ne de telefonla, hiçbir şekilde haber alınamayan bir hapishane var mı, ya da olabilir mi” diye soruyorduk. “Olmaz, olamaz tabii” gibi yanıtlar aldıktan sonra, onlara Avrupa Konseyi üyesi bir ülke olan Türkiye’de yaşamakta olduğumuz İmralı tecrit gerçekliğini ayrıntılarıyla anlatıyorduk. Arada sorular da sorarak ve zaman zaman öğrendiklerinden şaşkınlıklarını da gizleyemeyerek dinliyor ve sonuç olarak bize hak veriyorlardı. Fakat zaman bize şunu göstermişti ki, Avrupalı kurumların resmi ve hukuki olarak dahi bizi haklı görmeleri yeterli olmuyordu. Böyle olmasa CPT’nin o kadar raporuna, tavsiyesine, eleştirisine rağmen bir hapishaneden 43 aydır haber alınmıyor olabilir miydi! Ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2014’te verdiği umut hakkıyla ilgili kararın gereğinin 10 yıldır yerine getirilmemiş olması mümkün olabilir miydi?
İnsanı en çok rahatsız eden de, bu ağır hukuksuzluk tablosuna ve buna dair Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, AİHM, CPT gibi uluslararası hukuk mekanizmalarının birçok kararına rağmen hem Türkiye’de hem Avrupa’da bu konuda büyük bir sessizliğin hakim olmasıydı. İmralı konusunda vicdanlar kör, kulaklar sağır, diller lal olmuştu. Kürt halkı ve dostları dışında bu konuyu yeterince önemseyen, gündemleştiren yoktu. Ama Kürtler ve dostları için de İmralı hep çok önemli olmuştu.
Belki de bir amacı da zaten unutturmak olan tecride, görmezden gelmeye, yok saymaya rağmen; bini bir para spekülasyon ve yalan haberlere rağmen İmralı’yı hiçbir zaman unutmadılar ve Öcalan’a her zaman güvendiler. Yıllarca kar kış demeden, soğuk sıcak demeden demokratik haklarını kullanıp sokaklara indiler. Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu, Avrupa’nın birçok şehrinde ve dünyanın daha birçok metropolünde büyük yürüyüşler yaptılar. Yüzlerce hafta süren nöbetler tuttular. Konferanslar, paneller düzenlediler, düzenlemeye devam ediyorlar… Hiç pes etmediler, etmiyorlar.
Sonra 22 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin MHP’nin Meclis grubunda yaptığı konuşma gündeme bomba gibi düştü. Nasıl düşmesin ki! MHP’nin Genel Başkanı 43 aydır haber alınamayan müvekkilimiz Öcalan’a çağrı yapıyor ve “tecrit” diyor, “umut hakkı”ndan bahsediyordu! Hadi artık hükümete tamamen biat etmiş olan merkez medyayı bir yana bırakalım, Kemalist ve CHP’ye yakın muhalif basının bile gündemine bir türlü giremeyen tecrit ve umut hakkı bir anda tüm Türkiye’nin en popüler konusu haline gelmişti. Umut hakkı bir anda adeta Türkiye’nin umut hakkı haline gelmişti. Ana akım medyanın Tv kanallarına “hukuk uzmanları” çıkarılıyor ve halklarımıza umut hakkının ne manaya geldiği yalan yanlış, eksik gedik anlatılıyordu. Nerdeyse tüm Tv kanallarında Öcalan’dan bahsediliyor, onunla ilgili iddialar ortaya atılıyordu. “İmralı” bir anda çok popüler olmuştu. Fakat ortada garip bir durum vardı; tüm bu tartışmaların odağındaki ismin ne düşündüğü bilinmiyordu. Çünkü ağır bir tecrit altındaydı ve kendisine bir cümle bile olsa söz kurma hakkı tanınmıyordu! Türkiye’nin bütün sorunlarının kaynağı olan, demokratikleşememesinin önündeki en büyük engel olan Kürt meselesinin çözümünden bahsediliyor ama Öcalan’ın bu konuda geçmişte neler yaptığından, neler önerdiğinden , düşünsel üretimlerinden ya da şu anda ne düşündüğünden söz eden yoktu! Ne yazık ki hala da öyle.
Devlet Bahçeli’nin bu hamleleri ister istemez İmralı’yı ve Ada’daki tecrit koşullarını gündemleştirmiş olmakla kalmadı; Hükümetin fiili ortağı olduğu için ülkede yıllardır yaşanan hukuksuzlukların, suçların ve dibe vurmuş ekonomik tablonun da ortağı olan bir partinin genel başkanı olarak İmralı’daki tecrit ve hukuksuzlukları da kabul ve itiraf etmiş oldu. Bahçeli’ye, benzerini 5 Kasım’daki MHP grup toplantısında da tekrar ettiği bu konuşmaları yaptıran, iç-dış birçok etmen olabilir. Fakat İmralı’ya çağrı yapmasının, orayı adres göstermesinin sebepleri bellidir. Birincisi, yukarda da söylediğimiz gibi Kürt halkının, yapılan onca şeye, dezenformasyona rağmen İmralı’ya sahip çıkması ve her şart ve koşul altında tavizsiz bir şekilde İmralı’nın arkasında durmasıdır. İkincisi de, başlı başına ayrı bir yazının konusu olan, Sayın Öcalan’ın 25 yıldır ağır tecrit koşullarına rağmen hiç bozulmayan çözüm ve barış noktasındaki samimi, yapıcı ve makul duruşudur. Geçmişte yaşanan, Dolmabahçe Mutabakatı ile olumlu bir sonuca çok yaklaşılan ama buzdolabına kaldırılınca Türkiye’nin büyük bir kaosa sürüklendiği adına “çözüm süreci” denen süreçte ve öncesindeki benzer başka süreçlerde, Öcalan’ın çözüm iradesini ve onurlu bir barış için nasıl çırpındığını, üstüne düşeni nasıl fazlasıyla yaptığını Devlet de, şu anda fiilen Hükümetin ortağı pozisyonundaki MHP’nin Genel Başkanı olan Devlet Bahçeli de çok iyi biliyor.
Nitekim, yıllar sonra yapılabilen ve bir lütuf gibi sunulan 23 Ekim’deki aile görüşmesi sayesinde, Öcalan’ın aynı kararlı duruşunu sürdürdüğünü öğrenmiş olduk. Kendisinden ve yanındaki 3 yoldaşından üç buçuk yılı aşkın bir süredir haber alınamayan Abdullah Öcalan, DEM Parti Milletvekili yeğeni Ömer Öcalan’a “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” demişti. Tıpkı 7 Ağustos 2019 tarihinde İmralı’da gerçekleşen son avukat görüşmesinde de dediği gibi. Ya da 27 Temmuz 2011’den önce düzensiz de olsa gerçekleşen avukat görüşmelerinde söylediği gibi, ya da AİHM’e yazdığı savunmalarında yazdığı gibi…
Peki sizce de sorulması gereken asıl soru şu değil midir; Öcalan’ın sözünü ettiği koşullar oluştu mu sahi? Koşullar, halkın demokratik iradesi hiçe sayılarak Esenyurt’a, Batman’a, Halfeti’ye, Mardin’e kayyım atanarak ve devamının da geleceği tehditleri savrularak mı sağlanıyor? Yoksa yıllardır ara verilmeden devam eden askeri operasyonlarla, siyasi tutuklamalarla, Rojava’daki Kürtlerin kazanımlarını bir tehdit olarak değerlendirip düşmanlaştırmak ve saldırmakla mı sağlanıyor?
Her şeye rağmen Türkiye halklarının da başlıktaki ifadede olduğu gibi umut etme hakkı var; barışı ve huzuru umut etme hakkı var, gerçek bir hukuk devletini, daha müreffeh bir ülkede, insanca bir yaşamı umut etme hakkı var. Bu umudu büyütmek ve gerçekleştirmek hedefi hepimizin omuzlarına büyük sorumluluklar yüklüyor. Çok şeye gebe ve bu nedenle de barış ve çözüm isteyenlerin de daha sabırlı, daha kararlı ve daha direngen olmaları gereken günlerden geçiyoruz.