Erdoğan’ın Kuzeydoğu Suriye’ye ilişkin tehditleri devam ediyor. ABD ile birlikte oluşturulan ‘ortak harekât merkezi’ ve ardından atılan pratik adımlara rağmen, Erdoğan’ın var olan gidişattan memnun olmadığı görülüyor. Bu memnuniyetsizlik günübirlik olarak yapılan açıklamalara, hükümet cephesinden verilen demeçlere yansıyor. Söylem düzeyinde tehdidin dozajı gün geçtikçe artıyor denilse, yeridir.
Hatırlanırsa, ABD gezisi öncesi Erdoğan, Trump ile ‘güvenli bölge’ konusunu konuşacağını, bu konudaki ‘hassasiyetlerini’ dile getireceğini belirtmiş, öylece yola çıkmıştı. Fakat günlerce devam eden ABD gezisi Trump ile görüşmeye vesile olmadı, Trump Erdoğan’a zaman ayıramadı. Bir telefon görüşmesinin olduğu basına yansıdı, ki bunun için o kadar yol gitmeye gerek yoktu! Sözün kısası Trump ile beklenen görüşme gerçekleşmedi ve bu durum çeşitli yorumlara tabi tutuldu. Görüşmenin yapılmaması en genel anlamda ABD’nin ‘stratejik’ müttefiki ile yaşadığı sorunların devam ettiği, özellikle Kuzey Suriye’deki Türk işgal saldırısına sıcak bakmadığı biçiminde değerlendirildi, bu yorum öne çıktı. Malum! Erdoğan’ı biz Başbakan dahi olamadan ABD’de en üst düzeyde ağırlanırken gördük. Haliyle buradan bir mesaj çıkarmak mümkün.
Erdoğan’ın Kuzey Suriye’ye dönük işgal saldırısına karşı olduğunu ifade eden, bunu kamuoyu önünde açıkça dile getiren bir ülke de Fransa oldu. Fransa’nın tavrının ABD yanında Koalisyonun saf tutması biçiminde değerlendirebiliriz. Elbette bu güçlerin her birinin kendi aralarında çıkar çatışmaları var fakat Suriye konusunda, Rusya karşısında batılı güçlerin blok bir yaklaşım sahibi oldukları da görülüyor. Yeni seçilen Yunan Başbakanı’nın, ‘Erdoğan, Kürtler arasında bir tampon bölge kurmak istiyor fakat batılı güçler buna izin vermez’ sözü de buna işaret ediyor gibi.
ABD-Avrupa cephesinde böylesi bir durum yansırken Rusya’nın başını çektiği kanadın, Türkiye’yi NATO’dan koparma adına böylesi bir saldırıya teşvik ettiği görülüyor. İran, Türkiye’nin bu girişimine Rusya kadar istekli olmasa da, onunda sessiz kaldığı anlaşılıyor. ABD’’yi, Ortadoğu’da zayıflatma, oyalama adına İran’ında, Kuzey Suriye’ye yönelik böylesi bir saldırıya gözünü kapatacağı öngörülebilir.
Genel vaziyet bu iken; Tüm bu güçler içinde en zayıf pozisyonda olanın Türkiye olduğu aşikardır. Akp-mhp iktidarı izlediği dış politikayla, her alanda olduğu gibi Suriye’de de ciddi bir kriz yaşamakta, gün geçtikçe daha fazla kaybetmektedir. Görülüyor ki, faşist iktidar içerde yitirdiği meşruiyeti dışarda yürüttüğü savaşla gölgelemeye çalışmakta, oluşturacağı milliyetçi rüzgar ile -eğer yapabilirse- ömrünü biraz daha uzatmak istemektedir. İçerde demokrasi güçlerine dışarda ise güney ve batı Kürdistan’a yönelik saldırıların bu düzeyde sürdürülmesi, hiç kuşku yok ki, bu politikanın sonucu olmaktadır. Dikkat edilirse, bugünlerde Türkiye gündeminde bir ‘ucube’ konu tartışılıyor: Cumhurbaşkanı’nın yüzde kırk ile seçilmesi hususunda. Yaşananlar açıkça gösteriyor ki, faşist iktidar karakteri gereği, demokratik yollardan gidişi kabul etmemekte, bunun içinde akla hayale gelmez önerilerde bulunabilmektedir. Elbette! Kuzey -doğu Suriye’ye dönük işgal saldırısı ile cumhurbaşkanının yüzde kırk ile seçtirilmesi konuları arasında doğrudan bir bağ var. Her iki gündem de faşist iktidarı ayakta tutmanın arayışları, yol ve yöntemleri olmakta, başka da bir anlam ifade etmemektedir.
AKP-MHP iktidarının, Türkiye’de bilinen derin yapıların bir koalisyonu olduğu, alınan kararların Erdoğan ve Bahçeli temsillerinin ötesinde daha komplike bir anlam ifade ettiği, artık bilinen bir gerçek. Ergenekon’dan yargılananların yine Perinçek’in var olan iktidarı desteklemeleri, verili iktidarın kapsam alanını gösteriyor. Ve görüyoruz ki, iktidar etrafında bir araya gelen bu yapıların bugün için hedefinde Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt iradesi var. ‘Rojava’da özgür Kürt iradesi statü sahibi olursa, bu doğrudan kuzeye yansır’ görüşü, bu kesimlerin ana düşüncesi oluyor. Bundandır ki, çok istekli bir biçimde Kuzeydoğu Suriye’ye girmeyi tartışıyorlar, tehditler savuruyorlar.
Kürt tarafı ise Kuzeydoğu Suriye’ye olası bir işgal saldırısının Kürt-Türk ilişkilerinde geri dönülmez bir sürecin başlangıcı olacağını belirtiyor. Kuşkusuz! Türk devleti geçmişte de Kürtlerin kazanımlarına saldırıda bulundu, Kuzey ve güney Kürdistan’da yaşandığı üzere bugün de saldırıyor. Fakat bunların hiçbirinin Rojava’da oluşan Kürt statüsü ile kıyaslanamayacağı açık. Rojava’ya yönelik böyle bir saldırının, yılları hatta on yılları bulacak bir bölgesel savaşın başlangıcı olacağı ve bu savaştan bölgedeki her halk ve devlet gibi Türk halkı ve devletinin de büyük etkileneceği hatta en fazla da Türk devletinin etkileneceği görülüyor. ‘Türkiye kuzey Suriye’ye de girer ve oraları da, diğer yerler gibi ilhak eder’ tarzı yorumlarla kendimizi kandırmıyorsak akla şu soru doğal olarak geliyor: Türk devlet aklı, böyle bir savaşa, Kürtlerle uzun vadeli bir savaşa hazır mıdır? Ya da daha farklı bir ifadeyle Türk devleti tercihini Kürtlerle savaştan mı yapacaktır yoksa zor da olsa savaş dışı çözüm yöntemleri devreye girecek midir? Ki bu soru özellikle de bugün cevaplanmak durumundadır. Çünkü Rojava’ya yönelik saldırı ardından artık Kürtlerle konuşmanın zemini ortadan kalkacaktır da ondan!