Aslında geçen haftaki konuyu devam ettirerek demokratik siyaset üzerinde bir yazı dizisi yazma fikrim vardı. Çünkü Türkiye’nin esas ve gerçek gündemi burasıdır. Türkiye’ye yeni bir yön verecek, sorunlarını çözecek, demokratikleşmeyi sağlayacak çıkış buradan, HDP ve demokratik ittifak güçlerinin yapacağı çalışmalarla olabilir. En doğru iş de bu süreci takip edip önce anlamak ve daha sonra da yansıtmaktır. Fakat bu arada iktidar yoğun bir dış politika mesaisine soyunmuş. Herhalde burada bir soygun yapmayı hedefliyor. Latife olsun diye belirtmiyorum, gerçekten de iktidar soygun peşindedir. İçeride soymadığı bir şey kalmadı. Şimdi bunu dışarıda da yapmak istiyor. Körfez ülkelerine yapılan ziyaretlerin temel gündemi ve hedefinin para olduğu sır değildir. Para verebilecek herkese gidiliyor ve koparabildiği kadar alınıyor. Bu bir soygun değil midir? Çünkü herkes biliyor ki bu paralar topluma, üretime, insanların geçimi için harcanmayacak. Savaşa, adına savunma denen işe harcanacak. Türkiye’de savunma dendiğinde Kürtlere karşın savaşın kastedildiği bilinir. Yani bu paralar Kürtleri daha fazla öldürmek, böylece Kürtleri zayıflatarak siyasi, toplumsal, kültürel haklarından mahrum olarak kalmalarını sürdürmek için kullanılacak. Böyle değil de başka bir şekilde kullanılacak diyebilecek kimse kalmamıştır zaten. Yani bu iş o kadar açık yürütülmektedir ki artık bunu gizlemenin imkanı kalmamıştır. Eskiden bu biraz gizlenirdi. Şimdi özel savaş merkezi ve onun çalışanları bunun ne kadar doğru olduğunu anlatıyorlar. Öte yandan Türkiye’de büyük bir savaş şebekesi oluşmuştur. Bu savaşı yürüten şebekenin iaşesi mermiye, silaha harcanandan çok daha fazladır. Zaten çoktandır ülkeyi yöneten bizzat bu şebekedir. Bu birincisi. İkincisi, elbette Türkiye’nin dış politikası sadece para almak için değildir ve şimdi yapılan da sadece bu değildir. Parasız kalmanın, daha fazla paraya ihtiyaç duymanın da nedeni olan Kürt sorunudur. Kürt sorunu da Kürdün inkar edilmesinden, hukuksuz bırakılmasından kaynaklanmaktadır. Yani Kürt inkarını sürdürmek için güce, desteğe ihtiyaç vardır. Çünkü Kürtler özgürlük ve demokrasi talep ediyorlar, bunun için mücadele ediyorlar. Bunun engellenmesi için ise devlet ve devleti yöneten iktidarlar karşı bir mücadele içerisine giriyor ve işte bunun için destek arayışına giriyor. Türkiye’nin tüm hikayesi budur. İç ve dış politikası da yaptığı her şey de buradan başlıyor ve bunun içindir.
Irak ve Başurê Kürdistan ziyaretleri
Hatırlanacağı üzere seçimden sonra AKP – MHP yeniden iktidar olunca yaptıkları ilk açıklama önlerine koydukları planı sonuca ulaştırmak için diplomatik faaliyetlerini yoğunlaştıracakları şeklinde olmuştu. Önlerine koydukları planın Kürtlere karşı savaş olduğu malumdur. Seçimden sonra hemen böyle bir yaklaşımın belirlenmesi ve akabinde zaman yitirmeden dışarıya gidip görüşmeler yapılması, bundan sonra savaşın ve savaş konseptinin dış desteğe dayalı olarak sürdürüleceğini göstermektedir. Dış siyasete böyle bir anlam biçilmiş. Şimdi Erdoğan ve hükümettekiler ziyaretler yapmaktadır. Daha önce Körfez ülkelerinde, akabinde Irak ve Başurê Kürdistan’da bu çerçevede görüşmeler yapıldı. Şimdi de Hakan Fidan’ın İran’a gidişi gündeme girmiş. Yapılan bu ziyaretler içerisinde Irak ve Başurê Kürdistan ziyaretlerinin ayrı bir önemi vardır. Türkiye’nin hem ABD ve Avrupa devletleriyle hem de bölge devletleri ve güçleriyle ilişkileri ve anlaşmaları vardır. Zaten Türkiye bir NATO üyesidir ve NATO’nun desteğini almaktadır. Tüm bu güçlerle geliştirdiği ilişkilerle siyasetine destek sağlamayı amaçlamaktadır. Fakat bunlar içerisinde Irak ve Başurê Kürdistan’ın konumu söz konusu siyasetinin sonuç alması açısından belirleyicidir. Eğer Irak’la ve özellikle de Başurê Kürdistan’la istenen ilişkiler geliştirilemezse, arkasında ne kadar çok destek ve güç olursa olsun savaş siyasetinden sonuç alınması mümkün değildir. Bundan dolayı Irak ve Başurê Kürdistan’a yapılan ziyerete çok önem verildi. İran’dan önce buralara gidildi. Kürt meselesi konusunda Irak ve Türkiye iki ayrı uçta bulunuyor. Kürt inkarını yaratan ve katıksız bir şekilde sürdüren Türkiye’dir. Herkese, özellikle de Kürdistan’ı egemenliği altında bulunduran güçlere bu siyaseti dayatan da kendisidir. Irak ise bu siyasetin en zayıf halkasıydı ve nitekim tarihsel süreç içerisinde Kürt inkarının kırıldığı yer Irak olmuştur. Bu açıdan Irak’ın ve Başurê Kürdistan’ın konumu Kürt inkarının ve Kürtlere karşı savaşın sürdürülmesi açısından son derece önemlidir. Türkiye açısından Irak ve Başurê Kürdistan mutlaka kontrolde tutulması ve Kürt inkarına dayalı siyasetine hizmet etmesi gerekmektedir. Aksi halde Kürt inkarının sürüdürülmesi mümkün değildir. Bu Türkiye’nin Irak ve Başurê Kürdistan’a olan genel yaklaşımıdır. Şimdi İran’a yapılan ziyaretle farklı cepheden bu siyasete destek alınmak istenecektir. AKP – MHP’nin başka bir amacı olamaz. AKP – MHP’nin Kürtlerle savaşmaya, Kürt iradesini ortadan kaldırmaya ve neticede Kürtleri soykırıma uğratmaya dayalı bir konsepti var ve bunun için çalışmaktadır.
Türkiye çok gerici bir rol oynamakta
Peki AKP – MHP istediği destekleri alacak mı? Alırsa bunun Türkiye’ye ne katkısı olacak? Bunun Türkiye’ye, topluma, insanlara bir katkısı olamaz. Gidişat yanlıştır ve gerçekten de Türkiye’nin bu gidişatının değişmesi gerekir. Daha doğrusu bunu değiştirmek gerekir. Peki Türkiye’yi bu gidişattan kim kuratarabilir? Elbette HDP ve demokrasi güçleri. Bundan dolayı HDP’nin yaşadığı süreç önemlidir. Kürt inkarı Türkiye’yi Ortadoğu’da en tutucu güç yapmıştır. Gerçekten de Türkiye çok gerici bir rol oynamaktadır. Değişim karşısında direnmekte, eski düzenin sürmesi için canhıraş çalışmaktadır. Bununla klasik tekçi ulus – devlet formatını korumaya ve sürdürmeye çalışmaktadır. Hadi Kürtleri bir kenara bırakalım, fakat gene de tekçi ulus – devlet sisteminin olması ve sürdürülmesi topluma, insana kattığı bir şey yoktur. Bunu tümüyle resmi akılla düşünmeyenler, farklı düşünenler için belirtiyorum tabii. Yoksa resmi devlet aklıyla düşünenler için bunları belirtmenin gereği yoktur. Ortadoğu’daki ulus – devlet sisteminin nasıl oluşturulduğu bilinmektedir. Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında dönemin egemen güçleri tarafından ve onların çıkarlarına hizmet edecek biçimde dizayn edildi. Bu sistem ne yazık ki Kürdistan’ın parçalanması ve Kürt halkının soykırımcı sömürgeci politikalara bırakılması temelinde kuruldu. Fakat bu yüzyıllık süreç içerisinde Ortadoğu’daki statüko tümüyle değişmemiş olsa da yaşanan çelişki, çatışma, gelişmeler sonucunda önemli değişimler de olmuştur. Her şeyden önce ulus – devlet sistemi krize ve aşılma sürecine girmiştir. Sembolik olarak Fransa Kralı XVI. Louis’in idamıyla başlayan ulus – devlet sistemi Irak Kralı (devlet başkanı) Saddam Hüseyin’in idamıyla son bulmuştur. Fakat statükocu güçler değişime direnmekte, mevcut düzenin sürmesi için çalışmaktalar. Bunların başında da Türkiye gelmektedir. Çünkü Türkiye’de zihniyet ve devlet sistemi tümüyle buna göre şekillenmiş. Buna göre oluşmuş bir iktidar geleneği vardır. Bundan dolayı Türkiye’deki tutuculuk çok derindir. Kapitalist modernite güçleri de ekonomik ve siyasi çıkarları için çoğunlukla statükocu güçlere destek vermekte, gericilikle uzlaşmaktadır. Bu durum kapitalist modernite güçleri açısından anlaşılırdır. Çünkü sistemin karakterinde pragmatizm ve sömürme dürtüsü vardır. Çıkarları nasıl daha iyi sağlanıyorsa orada durur. Öte yandan çağımız bir geçiş sürecini de yaşamaktadır. Henüz dünyada nasıl bir siyasi ve ekonomik düzenin oluşacağı net değildir. Bir taraftan kapitalist modernite sisteminin ve ulus – devlet başta olmak üzere sistemin tüm kurum ve yapılarının krizi ve aşılması yaşanırken, diğer taraftan henüz çerçevesi belirlenmiş bir düzen olmadığından herkes konumunu korumaya veya güçlendirmeye çalışmakta, çıkarları birbiriyle örtüşen güçler kendi aralarında ittifaklar kurmakta ve yer yer eskinin bile gerisine düşen çıkışlar olmaktadır. Bir nevi yaşanmakta olan Üçüncü Dünya Savaşı da bu belirsizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve eğer bu doğruysa, söz konusu belirsizlik, bu sürecin sonlanmasıyla ortadan kalkabilir. Türkiye bu sarmal içerisinde dolaşmakta, çok akıllı olarak gösterilen Hakan Fidan’la buradan siyaset üreterek klasik yapısını korumaya çalışmaktadır. İşte tam da Türkiye’yi bu sarmaldan çıkarmak gerekmektedir ve bunu da ancak HDP ve demokratik ittifak güçleri yapabilir.