Bugün gelinen aşamada AKP’nin sistemi işlevsizleştirmesi ve ülkeyi yeni bir sistem arayışına sürüklemesi, özerklik dahil birçok sistemin konuşulup tartışılacağı anlamına geliyor… Bu noktada başına ne geleceğini henüz kestiremeyen CHP ve tabanına demokratik özerkliğin ve demokratik ulus olmanın ne anlama geldiğini iyi kavratmak gerekiyor
Ziya Güler
Ortadoğu’nun siyasi projeleri 19. yy başlarında oluşturulurken, projenin mimarı olan İngiltere ve onun sosyal mühendisleri, kılı kırk yararak yeni bir sistem oluşturduklarının zafer sarhoşluğunu yaşıyorlardı. Projenin ana fikri Darwin’in gelişmemiş toplumlar tezinden ilham alınarak yapılmıştı. Darwin, insanın biyolojik evrimini sürece yayarak ele alırken, bu evrimsel sürecin aynı zamanda kültürel evrimini de etkilediğini belirtir. (Tezin bilimsel doğruluğu son yıllarda çıkan arkeolojik kazılarla ortaya çıkmıştır.) İngiltere bilim iktidar yapılanmasının verilerini sosyolojiye uyarlamak için elin çabuk tutar ve dünyayı keşfe başlar. Yeni coğrafyalar, yeni toplumlar İngiltere’nin gelişmiş sanayisi ile birleşince sömürge iştahı kabarır. Sömüreceği toplumlar ona askeri zorluk çıkaracak güçte olmadığı için geriye tek bir bahane kalır.
Niçin sömürgeleştireceğine kılıf bulmak sömürgeyi meşrulaştıracağı gibi devlet otoritesini de meşru kılacaktır. İşte bu noktada Darwin ve Descartes İngiltere’nin istediği bahaneyi verecektir. Darwin’den evrimini tamamlamayan toplumlar tezini alırken, Descartes’den “düşünüyorum öyle ise varım” tezini alırlar. Descartes bu tezini aslında dönemin Katolik kilisesine hitaben söyler ve varlığının düşünce ile bağlantısını kurarken, bireyi kiliseden bağımsız düşünmeye sevk eder. İngiliz bilim-iktidar ortaklığı bu tezi “düşünen insan üreten, geliştiren, yeni buluşlar yapan insan olduğuna göre bunu yapamayan insan düşünemeyen insandır, düşünmeyen insan var olmayan (ya da evrimini tamamlamayan-Darwin) insandır, dolayısıyla var olmayı, yaşamayı hak etmeyen insandır şeklinde yorumlar. Böylece sömürünün kılıfı hazırlanır.
İngiltere’nin sömürge tahini ve sömürdüğü coğrafyalardaki zulmünü uzunca anlatmaya gerek yok. Bu konu birçok edebiyat eserinde ve sinema filmlerinde işlendi. Güneşi batmayan imparatorluk, gittiği her yere kan, açlık, esaret, işkence, tecavüz götürdü. Fakat bu yöntemin çok da başarılı olmadığını fark ederek yeni yöntemler geliştirdi. Ona göre sömürülen yerlere aynı zamanda İngiliz dilini ve kültürünü de aşılamak gerekiyordu. Yani toplumları “modernleştirmek” de gerekliydi. Öyle ya bu insanları “yenidünyaya” alıştırmak, hazırlamak gerekliydi.
İkinci adım olan modernleştirme projesi ise, yine bilim-iktidar laboratuvarından çıkmıştı. Proje Avrupa’nın modernleşme sürecini Ortadoğu’ya uygulayacaktı. Avrupa ülkeleri ulus devletler olduktan sonra modernleşmeye başlamış, sanayi ve eğitimde ileri gitmişlerdi. Aynı yöntem Ortadoğu’ya da yapılabilinirdi. Bunun için halkları bölmek gerekiyordu. Slogan ise hazırdı: Bir Türk dünyaya bedeldir”. Aslında kendi ulusal kimliği ile sorunu olmayan halkların kulağına “sen diğer ırklardan daha üstünsün” diye fısıldamıştı. Plan tutmuştu. Projenin son adımı kalmıştı. Uluslara devlet kurmak. Yani o meşhur böl, parçala, yönet taktiği devreye girer.
Bazı kesimlere göre böl, parçala, yönet projesi tutmamıştı. Bölünme ve parçalanma oldu mu? Oldu. O halde yönetme de olmuştur. Türkiye’nin son yüzyılında batı kültürüne entegre edildiğini görmemek için ya kör olmak lazım ya da aptal olmak lazım. Anayasadan tutun, eğitim sistemine kadar, hatta beş çayına kadar her şey İngiliz ve Fransız’dır.
Plan tuttu demiştik. Peki, proje tuttu mu? Özelde Türkiye genelde Ortadoğu savaş ve isyanlardan geçilmiyor. Bu da projenin tutmadığının somut kanıtıdır.
Projenin mimarı olan İngiltere nerede yanlış yapmıştı? Yaptığı yanlışın cevabı elbette laboratuvarda yoktu. Toplumlar laboratuvarda oluşturulamayacağı gibi oradan da yönetilemez. Toplum değişen, dönüşen bir yapıdır. Dinamik bir yapıya sahiptir. Efendi kabul etmediği gibi dışarıdan dayatmalar ile de değişmiyor. Bugünkü Türkiye ve Ortadoğu kendi dinamik yapısının oluşturduğu enerjiyi kurumsallaştırabilmenin savaşını veriyor. Ortaçağ’da bu durum zordu ama bugün yaşayan toplumlar biriktirdiği kültürü kendi kültürüne uyumlu yapılaştırmak istiyorlar. Nasıl ki Ankara Londra’dan ya da BM tarafından yönetilmek istemiyorsa aynı şeklide İzmir, Manisa, Aydın, Amed, Trabzon da tüm kararlarıyla Ankara’ya ya da onun atayacağı vali ile yönetilmek istemez.
Kürt hareketinin uzun bir süredir Demokratik Özerklik, Demokratik Ulus istemi ve söylemi mevcut iktidar ve yandaş medyasının çarpıtması ile Türkiye kamuoyuna anlatılamadı. İlk kez 14 Temmuz 2011 tarihinde dönemin DTK eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un dile getirdiği demokratik özerklik ilanı, konjonktürel olarak tepki gördü ise de gelen tepkilerin altında demokratik özerkliği anlamama vardı. Osmanlı sonrası cumhuriyet kurumunun altında yer bulan Türkler konu siyasal sitem olunca parçalanacağız histerisi ile tepki vermekte ve sistem ne olursa olsun sağcısı solcusu birleşip karşı çıkmaktadırlar.
Bugün gelinen aşamada AKP’nin sitemi işlevsizleştirmesi ve ülkeyi yeni bir sistem arayışına sürüklemesi, özerklik dahil birçok sistemin konuşulup tartışılacağı anlamına geliyor. Yeni anayasa öncesi siyasi yumuşama denemeleri de bunun altyapısı olarak yorumlanabilir. Yeni sitemin bazı bağımsız oluşumları barındırması en çok AKP ve ona bağlı cemaatleri barındıracağı için özerklik yapılanması seçenekler arasında olacaktır. Bunu hem küresel sistem dayatmakta hem de kendi kültürel dinamiğini korumak isteyen AKP isteyecektir. Bu noktada başına ne geleceğini henüz kestiremeyen CHP ve tabanına demokratik özerkliğin ve demokratik ulus olmanın ne anlama geldiğini iyi kavratmak gerekiyor.
Türkiye’de yerel yönetim ile merkezi hükümetin gözle görülür şekilde ayrışması bu durumu kurumsallaştırmayı zorunlu hale getirmiştir. Son seçim sonrası yerelde iktidarın çoğunluğunu eline alan CHP ülke içinde ayrı bir güçmüş gibi davranmakta ve bu gücün merkezi hükümet tarafından kabulünü istemektedir. Merkezi hükümet de aynı frekans ile yerel iktidarı bağımsız bir güç gibi ele almaktadır. Yerel iktidarın kendi genel başkanlarını kırmızı halı ve hazır kıta zabıta (yeni sistemde zabıtanın yerini polis alması gerekir) ile karşılaması, merkezi hükümetin yerel iktidarın belediyelerini hedef alarak “birikmiş borcunuzu ödeyin” çıkışı iki ayrı güç olduğunun kabulüdür. Bu konu belli bir rotaya girmiştir. Asıl konuşulması, tartışılması gerekli olan, demokratik özerkliğin ya da yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin nasıl olması gerektiğidir. Bu konuda en çok CHP‘nin aydınlanmaya ihtiyacı var. CHP’li bazı belediyelerin tutumu MHP’den daha geri iken, bazılarının yaklaşımı demokrasiyi andırır biçimindedir. Yani Tanju Özcan ile toplumsal belediyeciliği uygulamaya çalışan Maltepe Belediyesi aynı CHP’nin çatısı altında siyaset yapmaktadır. Özetle, İzmirliler, Manisalılar, İstanbullular kendilerine rağmen Kanal İstanbul, HES, maden çalışması, baraj yapımı, eğitim sistemi, şehir düzeni, kentsel dönüşüm, orman arazilerinin satışa çıkarılması, hayvan katliamı, kültürel etkinlik ve daha birçok değişim istemiyorlarsa demokratik özerkliği okumalı, araştırmalı ve desteklemelidirler.