Yazının başlığı Osman Tiftikçi’nin kitabının başlığı… Tiftikçi, bu harika eserinde İkinci Meşrutiyet’le (1908), kadınlara seçme ve seçilme hakkı “verildiği” 1935 aralığındaki kadın mücadelesinin tahlilini yapıyor… Medenî Kanun’un kabulünden 97 yıl, kadınlara seçme ve seçilme hakkının ‘verilmesinden’ de 88 yıl sonra kadın haklarının neden hâlâ yerlerde süründüğü, neden tehdit altında olduğu sorularına odaklanıyor… Şimdilerde sınırlı kadın hakları da dinci gericiliğin tehdidi altında… LGBT’liler katli vacip düşman ilan ediliyor… Dinci AKP İstanbul Sözleşmes’inden çıktı. AKP-Yeniden Refah Partisi (YRP)- Hüda-Par seçim ittifakı da kadın haklarına saldırı ittifakı… İlk hedefte de 6284 sayılı Kadınlara Karşı Şiddetle Mücadele Yasası var… Eğer bu halk düşmanı rejimin tırmanışı durdurulamazsa, sıranın Medenî Kanun’a gelmesi bir sürpriz olmayabilir… Siyasal İslam’ın kadın haklarıyla ilgili sicili biliniyorken… Fakat fanatik ‘siyasal İslam’ sadece kadın haklarının düşmanı değildir… Özgürlüğün, soysal eşitliğin, demokrasinin, bilimin ve sanatın, iyi ve güzel olan her şeyin iflah olmaz düşmanıdır…
Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve yönetici elitleri sadece uyduruk ‘resmî ideolojiye’ dayanarak yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlardı… Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar… Özellikle 12 Eylül (1980) Amerikancı-NATO’çu faşist darbeyle dinci gericiliğin önü sonuna kadar açıldı… 2002’de dinci AKP’nin iktidara taşınmasıyla da bir eşik daha aşılmış oldu… Türkiye’deki rejim hiçbir zaman ‘gerçek anlamda’ laik değildi… Laikliğin vazgeçilmezlerinden biri olan devletin dinden ayrılması gerçekleşmedi… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi koskoca bir kurum devletin göbeğinde yer aldıkça, laiklik söyleminin bir karşılığı olmazdı ve olmadığı görüldü… Artık dinci gericilik Diyanet İşleri Başkanlığı marifetiyle toplumun tüm kurumlarına sirayet ediyor…
Sadede gelirsek, resmî ideolojinin ısrar ve iftiharla Türkiye’nin dünyada kadınlara seçme ve seçilme hakkını ilk tanıyan ülkelerden biri olduğu söyleminin reel bir karşılığı yoktu… Seçme ve seçilme hakkı hangi koşullarda, nasıl tanınmıştı?.. Tiftikçi işte bu soruya odaklanıyor… 1935 yılında Türkiye’de tek adam/tek parti diktatörlüğü vardı. Dernek kurmak, bir derneğe üye olmak mümkün değildi. Örgütlenme, basın ve ifade özgürlüğünün zerresine bile izin verilmiyordu… Bizde yönetici elitler (hâkim sınıflar) halktan gelen hiçbir demokratik hak talebine olumlu cevap vermezler… Bu bir yönetim geleneğidir… Eğer halkın herhangi bir talebine olumlu cevap verilirse, yol açılırsa, kutsal devletin büyüsünün bozulacağını düşünürler… Sistem, kazanılmış haklar değil, verilmiş haklar temelinde kendini var ediyor, yol alıyor… Kadınların seçme ve seçilme hakları da o denklemin dışında değildi… Malum kazanılmış hakları geri almak o kadar kolay değildir… Aksi halde kadınlar 2023 yılında bile itilip-kakılmaz, katledilmez, utanmazca sömürülmez, aşağılanmaz, kesintisiz erkek şiddetine maruz kalmazlardı… Sadece geçen ayda (Mayıs) 40 kadın hunharca katledildi… Fakat söz konusu olan ‘rakam’ değil, insan hayatı…
Tiftikçi şöyle yazıyor: “10-18 Mayıs tarihlerinde yapılan “Cumhuriyet Halk Fırkasının kongresinde kabul edilen programın 4. maddesinde şu ifade yer alıyordu: “Bir dereceli intihabı tatbik etmek yüksek emellerimizdendir. Ancak vatandaşı, intihab edeceğini tanıyabilecek vasıflar, şartlar ve vasıtalarla mücehhez kılmak lazımdır. Fırkamız vatandaşların siyasi hakları noktasında cinsiyet farkı gözetmez. (…) Fırkamız kadınlarımızın belediye intihabında olduğu gibi, mebus intihabında da siyasi haklarını kullanmaları için lazım gelen müsait zemini hazırlamayı bir vazife addeder”.
Tiftikçi yukardaki alıntıyı yaptıktan sonra şöyle devam ediyor: “Maddeden açıkça anlaşılacağı gibi CHF, vatandaşların henüz seçecekleri kişileri tanıyacak seviyede olmadığını düşünüyordu. Başka ifadeyle halk cahildi ve kolayca kandırılabiliyordu. 1930 yerel seçimi vatandaşların henüz CHF’ye oy verecek olgunluğa, seviyeye erişemediğini, bunun için gerekli vasıflara, şartlara henüz sahip olmadığını göstermişti. Bu yüzden CHF halka doğrudan, gizli oy hakkı vermiyordu”. “Kadınların siyasi haklarını kullanmaları için lazım gelen müsait zeminin hazırlanması yaklaşık 4 yılı buldu”. “1935 yılında yapılan ilk kadınlı genel seçimi, kadınların seçim hakkını kullanmalarını fiilen imkânsız hale getiren bir ortam içinde yapılacaktı…”
“Kadınların intihab hakkının tanındığı dönem, hükümetin Kürtlere, azınlıklara ve genel olarak demokratik haklara karşı yok edici hamleler başlattığı bir tarihi döneme denk geldi. Böyle bir siyasi ortamda hükümetin kadınlara önemli bir hakkı tanıması ilk bakışta çelişki gibi görünmektedir. Gerçekte ise böyle bir çelişki yoktu. Çünkü kadınlara “seçme ve seçilme hakkının verilmesi” feminist harekete son darbeyi vurmanın, bu demokratik hareketi de ortadan kaldırmanın bir aracı olarak kullanılmıştı. Yani kadınlara tanınan bu “hak” genel baskı ve yasak politikalarıyla uyum içindeydi”.
“Azınlıklara ve Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının yanı sıra, genel demokratik hakların yok edilmesine ilişkin son adım 1938 yılında kabul edilen Dernekler Yasası ile atılacak, siyasi partinin, sendikaların, kadın örgütünün zaten olmadığı Türkiye’de, her türlü dernek kurmak yasaklanacaktır”.
“Hükümet her tür demokratik muhalefet üzerine işte böylesine gittiği bir ortamda kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiğini açıkladı. Bu hak: Türkiye’de bir kadın hareketi gelişebilsin, güçlensin, toplumsal yaşamda, siyasette, kültürel yaşamda, iş yaşamında, sendikal ve meslekî alanlarda yerini alabilsin diye verilmemişti. Kadınlara siyasi haklarının bir yanıyla Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerindeki reform sürecinin tepe noktasıydı. Fakat bu hakkın verilmesi aynı zamanda, Osmanlı’dan o güne devam eden feminist hareketin sonunu getirmek için bulunan bir yöntemdi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı, hükümetin anti-demokratik politikalarıyla uyumlu hale getirilmişti”.
“Kadınlara seçme ve seçilme hakkının ‘verilmesinin’ ardından tek kadın örgütü olan “Türk Kadın Birliği” (TKB) kendini fesih edip sahneden çekiliyor ve 1935-1975 arasında artık bir kadın hareketinden söz etmek olanaksızdır”.
Esasen Türkiye’de feminist hareketin, İkinci Meşrutiyet’ten itibaren yürüttüğü seçme ve seçilme hakkı mücadelesi bir dizi zaafla da malûldü… Emekçi sınıf kadınlarının sorunlarına yabancılaşmıştı…
Elinizdeki bu kitap aynı zamanda yetkin bir resmi tarih ve resmi ideoloji eleştirisi…
Kadınların kurtuluşu ancak onların kendi eseri olabilir. Fakat sadece patriyarkaya (erkek-egemen düzene) karşı olmak yeterli değildir. Radikal anti-kapitalist de olmalıdır…
Bu kitabı büyük zevk alarak okudum ve çok şey öğrendim…. Tiftikçi dostumuzu bu güzel eseri için kutluyorum…