Türkiye’de infaz rejimini düzenleyen 5275 sayılı kanun 1 Ocak 2005 tarihinde yürürlüğe girmiş, bugüne kadar 47 kez değişikliğe uğramış, başlangıçtaki halinden giderek uzaklaşmış ve mahpus hakları bakımından daha kötü bir noktaya gelmiştir. Türkiye’deki infaz rejimi evrensel mahpus haklarına tamamen aykırı bir noktaya savrulmuştur. İnfaz rejimi mahpuslar arasında ayırımcılık yaparak korunması gereken hukuki yarar ilkesinden uzaklaşmıştır. Uluslararası belgelerde düzenlenen mahpus haklarına aykırıdır. Değişik isimlerle adlandırılan ve gruplaştırılan suç tipleri yaratılarak mahpuslar arasında infaz koşullarının ağırlaştırılmasında ayrımcılık yapmış ve kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir noktaya düşmüştür. İnfaz rejimi suç ve cezanın ağırlığı ilkesini gözetmeden siyasal yaklaşıma göre düzenlemeler içermiştir. İnfaz rejimi demokratik toplum gereklerine aykırılıklar içermektedir. İnfaz rejimi belirli suç tipleri bakımından özel af niteliği taşıyan ayrımcı düzenlemeler içermektedir. İnfaz rejimi tek infaz sisteminden uzaklaşarak üçlü bir infaz sistemi benimsemiştir. İnfaz rejiminde mahkemelerin yetkisini alan ve keyfi işlemlerle denetlenemeyen infaz hakimlikleri üzerinden özel bir yargılama/itiraz sistemi yaratmıştır. İnfaz rejimi, cezaevi gözlem kurularına tanıdığı yetki ile yargı yetkisini bile bu kurullara devretmiştir. İnfaz rejiminin bu kadar çok sorunlu olmasının sonucunda TMK kapsamında değerlendirilen siyasi mahpuslar bakımından tam bir çürütme rejimine dönüşmüştür. Bütün bunlar yetmezmiş gibi katı tecride dayalı infaz sistemine kaymış ve bu şekilde mahpusları sağlıklarından uzaklaştırarak sürekli olarak hasta mahpus üreten bir karaktere bürünmüştür. İnfaz rejiminin laboratuvarlarından en önemlisi de maalesef İmralı Ada Hapishanesi olmuştur. Tabi ki, önce F tipi ardından S tiplerini unutmadan.
Türkiye’deki infaz rejiminin en tipik özelliklerinden birisi de ölüm cezasının kaldırılmasından sonra getirilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıdır. Bu cezanın verildiği mahpusların cezalarının infazı ile ilgili yapılan düzenlemeler tamamen ayrımcı olup insan hakları alanında “uzatılmış ölüm cezası” anlamına gelen bir infaza dönüşmüştür.
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası dendiği zaman akıllara İmralı Hapishanesi ve elbette ki Abdullah Öcalan gelmektedir. Dönemin siyasi iktidarı ölüm cezasını uygulayamayacağını anlayınca ölüm cezasını kaldıran protokollere taraf olup iç hukukta düzenlemeler yapmış ancak intikamcı ve ayrımcı bir anlayışla uzatılmış ölüm cezası anlamına gelen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası getirmiş ve özellikle Abdullah Öcalan’ın tahliye olmasını önleyecek özel kanuni düzenlemeler yapmıştır.
Peki bu durum insan hakları hukukunda geçerli midir? AİHM’in Vinter ve Diğerleri/İngiltere Büyük Daire kararında ölünceye kadar infaz rejiminin kabul edilmediği, ölünceye kadar infazın AİHS’in 3.maddesine aykırı olduğu ve mutlaka mahpusa tahliye olacağı bir tarihin bildirilmesi gerektiği Umut Hakkı kapsamında belirtilmiştir. Bu konuda da 25 yıllık maksimum bir hapislik süresinin uygulanabileceği belirtilmiştir. AİHM’in bu konuda Türkiye ile ilgili verdiği 4 farklı karar bulunmaktadır. Bu kararlardan bir tanesi de AİHM’in 2014 yılında Abdullah Öcalan başvurusu ile ilgili verdiği karardır. Bu kararda da Öcalan’a verilen ağırlaştırılmış müebbet hapsinin ölünceye kadar infazı sözleşmenin 3.maddesine aykırı bulunmuştur. Türkiye bu kararı uygulamamıştır. Bu nedenle AİHM’in 4 davasının bir grup olarak değerlendirildiği Gurban/Türkiye Grup davalarında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Türkiye’yi izlemeye almıştır. Bu konuda 2021 yılında Türkiye’ye çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur.
Peki Türkiye ne yapmıştır? Türkiye bu tavsiyelere uymayı bırakın tam tersi bir istikamette ilerlemeye devam etmiştir. İmralı Ada Hapishanesi’nden 35 aydır haber alınamamaktadır. İmralı Ada Hapishanesi üzerindeki katı tecridin kırılması, Abdullah Öcalan’ın yasal haklarının kullandırılarak özgürlüğünün sağlanması amacı ile Türkiye’de ve dünyada bir dizi eylem ve etkinlik yapılmaktadır. Bunlardan birisi de 1 Şubat 2024 tarihinde Kars ve Van’dan başlatılan özgürlük yürüyüşleridir. Görüldüğü gibi Türkiye’de siyasalmış gibi gözüken çeşitli taleplerin aslında hukuksal karşılığı bulunmaktadır. 15 Şubat 2024 tarihinde Abdullah Öcalan’ın 25 yıllık mahpusluk süresi dolacaktır. Bu durumda şu soruyu sıklıkla sormakta fayda vardır. Abdullah Öcalan’ın 75 yaşını doldurması ve 25 yıldır hapiste tutulması karşısında bir an önce tahliye edilmesi gerekmez mi? Ya da tahliye edilmesine giden süreçte açık cezaevi koşullarına alınması gerekmez mi? Sorular çoğaltılabilir.
Türkiye’deki insan haklarını ilgilendiren birçok temel kanun Kürt sorunu ile doğrudan doğruya bağlantılıdır. Kürt sorunu çözülmediği sürece bu kanunlarda Kürtler ve rejim muhalifleri aleyhine ayrımcılık yapılmaya devam edilecektir ve bu sorunlar giderek derinleşecektir. O halde Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözümü ile birlikte ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası kaldırılarak iyileştirmeler yapılabilir ve elbette ki bunun için de İmralı tecridinin bir an önce sonlandırılması gerekir.