Ser Yayınevi’nde çevirmen ve editör olarak 1976 yılında çalışmaya başladım. Demek ki, 46 yıldır basın-yayın dünyasının içindeyim. O yıllarda kitap ve dergi yayıncılığı yaptım ama son 33 yıldır önce haftalık sonra da günlük gazetelerde çalıştım. Bildiğim yabancı diller vesilesiyle genelde diplomasi muhabirliği yapsam da, daha çok gazetelerimizin kuruluşunda ve yönetiminde bulundum. Bu yüzden, ülkemizdeki gazetecilikle ilgili -yasal mevzuat da dahil- işleyişi en iyi bilen kişilerden biri olduğumu sanıyorum.
Böylesi bir gazeteci geçmişine sahip biri olarak, son günlerdeki ‘muhalif’ gazeteci tartışmaları hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Medyanın yüzde 95’ine sahip olmasına rağmen, iktidar ‘ne kadar güzel işler yaptığını’ kendi kitlesine bile iletemediğinin farkına varmış olmalı. (Çünkü kendi gazeteleri satmıyor; kendi televizyonlarının reytingleri yerlerde sürünüyor.) Böylece Erdoğan’ın seçim kampanyasını başlattığı ‘vizyon’ toplantısına kendi medyasının dışından kimi gazeteciler gazetecilik yapmak üzere değil ama “misafir” olarak davet edildi.
Çoğu iktidarın ele geçirdiği medya kurumlarından atılmış ve son dönemde olması gerektiği gibi gazetecilik yapmaya çalışan televizyon kurumlarında çalışmakta olan söz konusu gazetecilerin çoğu iktidarın ya da daha doğru deyişle Erdoğan’ın ‘vizyon’ şovuna “konu mankeni” olarak katılmayı reddettiler haklı olarak. Bu tartışmalar aslında bitti ve sürdürmenin de bir alemi yok; ama ben bu vesileyle Özgür Basın Geleneği’nin şimdiye kadarki duruşuyla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
Bizler 33 yıl önce Haftalık Halk Gerçeği ve Yeni Ülke ile yola çıktık. Daha sonrasında Özgür Gündem ile günlük gazetelere geçtik. Şimdiye kadar 50’den fazla günlük gazete çıkardık. Buradaki başta gazeteciler olmak üzere personel politikamız neydi? Gazeteci arkadaşlarımızla başlangıçta gönüllü mahiyette çalışıyorduk; ancak kurumsallaştıkça iş akitlerimiz oldu; bordrolarımız oldu. Ancak aylıklarımız asla hak edilen düzeyde olamadı; çünkü gazetelerimiz kapatıldıkça, yeni kuruluş masrafları gerekiyordu.
Gazeteciler belli bir süre çalıştıktan sonra -kendisine kimi küçük ayrıcalıklar sağlayan- sarı basın kartı alabiliyorlar. Kuruluşunda son derece iyi niyetli olarak kimi gazeteci kuruluşlarını da içeren bu üst kurum, bizlerin başvurusu üzerine, yayınladığımız haberlere ve ödenen SSK primlerimize bakarak bizlere sarı basın kartı veriyordu. Ben -genelde gazetede yönetici olduğum için SSK primim söz konusu olmuyordu- sarı basın kartı almak için hiç başvuruda bulunmadım. Ancak gazetelerimizde çalışan pek çok kişinin sarı basın kartı oldu zamanında. Yani son birkaç yıla kadar…
Her ne kadar bizim arkadaşları, mahkemeler yıllardır ‘gazetecilikten değil, örgüt üyeliğinden’ cezaevlerine gönderdiklerini iddia etseler de, benim gibi sarı basın kartı olmayanlar da dahil hiçbirimizin gazeteci oluşu aslında hiç tartışılmadı sadece ülkemizde değil, dünyada da. Neden böylesine iddialı bir cümleyi kolayca söylediğimi merak edenler olmuştur herhalde. Şöyle izah edeyim: Ben ülkemizdeki tüm partilerin -MHP’ninkine gitmemek benim tercihim- kongrelerine gidebildiğim gibi, Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Birliği’nin ve hatta NATO’nun zirvelerine katılıp, gazetecilik yaptım.
Suriye’ye yani Şam’a gittim; çok önemli bir röportaj yapmaya. Mısır’ın başkenti Kahire’de bir Kürt Konferans’ını izledim mesela. İsrail’e ve Filistin’e bile gittim; Sosyalist Enternasyonal’in bir zirvesini izlemek için. Başbakan iken Erdoğan’ı en yakın yerden gördüğüm yer, örneğin Selanik’te yapılan bir AB zirvesiydi. Henüz Dışişleri Bakanı iken Abdullah Gül’e soru sorduğum yer, AB ve Akdeniz ülkelerinin Antalya’daki ortak toplantısıydı. Sonrasında her geçen yıl, Erdoğan ve ekibi kendi içine kapandı. Değil bizlere, daha önceleri hemhal oldukları ünlü gazetecilere bile tahammül edemez oldular.
El konulan Uzan medyasından atılanların bir kısmı Aydın Doğan’ın sahip olduğu medya kurumlarına sığındı. Daha sonra Doğan medyası zorla Demirören’e verildi. Bir süre Demirören’de ‘yaşamaya’ çalışanlardan iktidara uyum gösteremeyenler işten atıldı. Bir yerde çalışamayan medya mensubu için bu durum, bir nevi ölüm demekti. İktidar yandaşı medya kurumlarından atılanlar, şimdi Halk TV, KRT ve Tele 1 gibi televizyonlarda önemli işlere imza atıyorlar. Nitekim reytinglerinden anlaşıldığı kadarıyla halk, yandaş televizyonları değil, onları izliyor esasen.
Özgür Basın Geleneği olarak bizlerin durumu ise esasen hiç değişmedi. En başından bu yana bizler ‘düşman hukuku’ ile karşı karşıyayız. İşte bu yüzden şimdiye kadar gazetecilerimiz, yazarlarımız ve hatta dağıtımcılarımız öldürüldü. Yüzlerce gazeteci arkadaşımız cezaevlerine atıldı. Onlarca arkadaşımız sürgüne gitmek zorunda kaldı. Halen 12’si hükümlü, 28’i tutuklu (biri ev hapsinde, biri adli kontrollü) olmak üzere, toplamda 40 gazeteci arkadaşımız cezaevinde. Dahası haklarında açılmış olan davaları tutuksuz olarak devam eden 160 civarında arkadaşımız söz konusu.
Hakkında dava açılmış 200 gazeteciden 40’ı şu anda cezaevinde! (Diğer basın kuruluşlarından cezaevinde olan gazetecileri unutmuyorum elbette ama sadece bir medya grubunun halinin ne denli korkunç olduğunu anlatmaya çalışıyorum) Bu rakamlar, hangi ülkede var? Bu rakamları belki Rusya ve Çin’de bulmanız mümkün. Ama Rusya’nın nüfusu 143 milyon, Çin’in nüfusu 1.4 milyar kişi…
Sözümüz iktidar yanlısı medyaya değil ama program durdurma ve hatta kapatma tehditleri ve yaptırımları altında yayın yapmaya çalışan medya kuruluşlarına:
Biraz da bize yönelik baskılara kulak kabartır mısınız acaba?