2023’le beraber Cumhuriyet’in 100. yılına veda ederken 2024’ün ilk günü Milli İrade Platformu, “Filistin’i savunmak, İsrail’in Gazze katliamını protesto etmek” bahanesiyle İstanbul’da bir miting yaptı. Bilal Erdoğan’ın Yüksek İstişare Kurulu Üyesi olduğu TÜGVA’nın başını çektiği -Cumhurbaşkanı’nın aile efradı ve AKP’nin ileri gelen kadrolarının da katıldığı- mitinge, açılan hilafet bayrakları ve kalabalığın yaptığı halifelik çağrıları damgasını vurdu.
Yeni yılın üçüncü gününde ise Yargıtay 3. Ceza Dairesi, daha önce tanımadığı, Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin 18 yıl hapse mahkûm edildikten sonra milletvekili seçilen Can Atalay ile ilgili “hakkındaki yargılamanın durdurularak tahliye edilmesine” yönelik kararını, bir kez daha tanımadı. Yargıtay bununla da kalmadı, AYM için, “terör örgütleriyle örtüşen söyleme sahip”, “vesayet makamı”, “süper temyiz mahkemesi” gibi ifadeler kullandı. Ayrıca Pakistan’da Anayasa Mahkemesi’nin geçtiğimiz yıl verdiği kararla başbakanın düşürülmesini örnek göstererek, “AYM’nin Cumhurbaşkanı’nın meşruiyetini dahi tartışmaya açabileceğini” kararının gerekçesi olarak sundu. Böylece bir yüksek mahkeme “AYM’nin Cumhurbaşkanlığı makamı için tehdit oluşturduğu ve bu nedenle Cumhurbaşkanlık makamının AYM’nin ve dolayısıyla Anayasa’nın üzerinde olması gerektiği” yönünde görüş bildirmiş oldu.
Yargıtay’ın anayasanın ve dolayısıyla tüm yasaların üzerine koyduğu bir makamı “hükümdarlık” olarak tanımlamak abesle iştigal olmaz sanırım. Bunu aslında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL’le başlayıp, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile kurumlaşan otokratik rejimde “hukuk devletinin ortadan kalktığının, yargının en tepesindeki kurum tarafından adının konması” olarak değerlendirmek gerekir. Yargıtay’ın bu kararı ve ardından gelen açıklamalarıyla “Türkiye artık, Anayasal bir kurum olan Cumhurbaşkanı tarafından değil, adı Cumhurbaşkanı olan bir ‘hükümdar’ tarafından yönetilmektedir” mesajı verilmektedir.
Peki, ortadan kalktığı Yargıtay tarafından da tespit edilen hukuk devleti nedir; olmazsa ne olur?
Özetle hukuk devleti, devlet erkinin hukuka bağlanmasıdır. Devletin gücü, anayasayla meşrulaşır. Anayasa ve yasalarda yer alan temel hak ve özgürlükler bireyi devlet gücüne karşı korur. Devlet tarafından yapılan tüm eylem ve işlemler var olan kanunlara dayanır. Bu nedenle devlet gücünün sınırları önceden bilinir. Yurttaşlar, devletin gücünün nasıl hareket ettigini bilerek, kendi haklarını bu güç karşısında korur. Tüm yurttaşlara kanun önünde eşit oldukları ve devlete karşı hak arama yollarının açık olduğu güvencesi verilir. Yurttaşların demokratik katılım hakkı da hukuk devletinin bir parçasıdır. Hukuk devletinde demokrasi ve özgürlüklerin düzeyi, demokrasi için verilecek mücadelenin ürünü olduğu gibi hukuk devleti de demokrasinin gelişmesi için de olmazsa olmaz koşullarından birisidir.
Hukuk devletinin ortadan kalkması halinde, devletin sahip olduğu gücün sınırı ortadan kalkar; yurttaşlar devlet erki karşısında savunmasız kalır. Bu durumda eşit yurttaşlıktan, devlet karşısında hak aramaktan, özgürlüklerden, demokratik katılımdan söz etmek mümkün olmaz. Dolayısıyla yurttaşlık artık anlamını yitirir ve yurttaş, teba haline gelir.
2024’ün ilk üç gününde gerçekleşen iktidar destekli mitingde yapılan hilafet çağrısını ve Yargıtay’ın Cumhurbaşkanlığı makamının Anayasa’nın üzerinde olduğu değerlendirmesini birbirinden ayrı, münferit olaylar olarak görmek mümkün değildir. İstanbul’da yapılan mitingdeki “hilafet, halifelik” çağrılarının laik, demokratik bir hukuk devletinde gerçekleşebilmesinin söz konusu olamayacağı düşünüldüğünde, Yargıtay’dan gelen açıklama çok daha anlamlı hale gelmektedir.
AKP, 2007’de Cumhurbaşkanlığı makamından başlayarak adım adım yasama-yürütme-yargı, üniformalı ve üniformasız bürokrasi ve tüm devlet kurumları üzerinde hakimiyet kurmuştur. 2023 Mayıs seçimleriyle bu hakimiyeti perçinlenmiş; 28 Mayıs’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinin hemen ardından sarayda yaptığı konuşmada Erdoğan, “İnşallah bu seçimlere giriş kapısı olarak gördüğümüz Türkiye Yüzyılı, tarihe bir dönüm noktası olarak geçecektir” diyerek “Türkiye Yüzyılı”nı ilan etmiştir.
Erdoğan, 21 yılda adım adım inşa ettiği rejimi yeni bir anayasayla güvence altına almak istemektedir. Geçtiğimiz Haziran ayında AKP Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada bu niyeti şu sözlerle ifade etmiştir: “Türkiye Yüzyılı’nın mevcut anayasa üzerinde yükselmesi mümkün değildir. Farklı siyasi gelenekten gelen 15 siyasi partinin yer aldığı 28. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi bunu yapabilecek temsil kabiliyetine haizdir. Bu yönüyle yeni Meclisimiz Türkiye Yüzyılı’nın kurucusu, mimarı ve mihmandarı olacaktır.”
Erdoğan’ın, “Türkiye Yüzyılı”nı Cumhuriyetin 100. yılıyla birlikte başlatması elbette tesadüf değildir. 1923’te kurulan Cumhuriyet’le köprüleri tamamen atıp, kendi müteahhitliğinde tadil edilecek yeni bir cumhuriyetle yola devam etmeyi istemektedir. Hilafet çağrısı yapılan mitingler ve Yargıtay’ın AYM’ye ilişkin değerlendirmeleri, yapılmak istenen tadilatın sonucunda tahayyül edilen cumhuriyet konusunda yeterince fikir vermektedir.