Ahmet Tulgar / Pazartesi Söyleşisi
Geçen hafta Gülriz Sururi’nin sessiz vedasının ardından Türkiye, tiyatroyu konuştu. Önce sinema sonra televizyonun ardından tiyatronun gözden düştüğü düşünülse de şu sıralar Türkiye’de tiyatro sayısında nicel bir artış yaşanıyor. Bir diğer önemli olgu ise,tiyatroların ve tiyatro oyuncularının muhalefet saflarında sıkça seslerini çıkarıyor olmaları sonucu, iktidarın tiyatroları daha yakından izler hale gelmiş olması. Tiyatrolar basılıyor, oyunlar yasaklanıyor, salonlar iktidar baskısıyla sözleşmelerini iptal ediyor. Kürt illerinde ise kayyumlar son derece yenilikçi ve deneysel işler yapan şehir tiyatrolarının ekiplerini dağıttı, Kürt tiyatrosunun 2000’li yıllardaki atılımını durdurma çabasına girişti. Doğası gereği devrimci bir sanat olan tiyatroyu, meslek olarak çocuk yaştan beri sürdüren Nedim Saban, “belediye tiyatrolarının baskılanması her şekilde acı” diyor ve Batman’da her şeye rağmen perde açan bağımsız tiyatrolara işaret ettikten sonra ekliyor: “Hiçbir şey tiyatronun varoluşunu etkileyemez.” Muhalefetin birçok kanalının tıkandığı bir dönemde tiyatro her zamankinden daha önemli bir iletişim odağı olabilir. Nedim Saban ile Türkiye tiyatrosunu, tiyatro ile muhalefetin ilişkisini, Gülriz Sururi’yi, Kürt tiyatrosunun sorunlarını ve bugün seyirci karşısına çıkacak yeni oyununu konuştuk
Tiyatro inadı diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Tiyatrocu kararlılığından? Her şart altında yeni oyunlar sahneye koymaya dair?
İnat önemli bir kelime tabi… Süreklilik de önemli. Tiyatrokare 28. sezonuna giriyor. Ben de 1982 yılından bu yana profesyonelim, yani iyi kötü emeğimin karşılığını tiyatrodan alıyorum. Ama sanattan konuşurken meslek kavramını unutuyoruz. Sanki sanatı meslekle bağdaştırmak kutsallığını azaltacak ya da değersizleştirecek gibi bir kanıya kapılıyoruz nedense. Bu nedenle benim sosyal medya hesaplarımda profilimde tiyatrocu yazar. Bu iş, evet inat, evet süreklilik, evet sanat ama önce meslek!
Türkiye’de bugün tiyatro yapmanın şartları nedir?
Aslında Türkiye Tiyatrosu altın çağlarını yaşıyor, ancak bence bu nicel artış biraz yapay. 1960’lardaki ekip ruhları yok, amatör tiyatro yok denecek kadar az ve çok çok kontrol altında. Kontrol altında sanat yapılmaz. Hal böyle olunca, on yıl önce yılda 50 yeni oyun çıkartamayan İstanbul Tiyatrosu’nda 500 yeni oyun çıkması sevindirici ama biraz da aldatıcı. Artık ekip işi yapmak hiç kolay değil. Ortak bir estetik, sanatsal bakış ışığında üretmek, bir tiyatro görüşü ışığında birleşmek kolay değil. İnsanlar yalnızlar ve yalnız üretiyorlar. Televizyon sektörü zaten uzun soluklu provaya konsantre olunabilinen bir işe imkan tanımıyor. Dizi setinde 24 saat çalışmış bir oyuncu sabah erkenden provada olsa bile yaratıcılık beklemek imkansız. Zaten salon koşulları da yetersiz. Tiyatronun prova yapabilmesi gerekiyor ama her salonda her gece başka bir oyun var. Teknik prova bile yapılamayan prömiyerlerden söz ediyoruz. Sadece oyunculuk değil ki,tiyatro, ışık, dekor, müzik, her şey bir bütün. Oyun sayısı 10 katı arttı ama seyirci kesinlikle 10 katı artmadı. Seyircideki artış da aslında sokağa çıkmak isteyen insan güdüsü. Yani tamamen tiyatro seyircisi değil, etkinlik takipçisi. İşin üzücü yanı tiyatro gettolara hapsoldu. Güvenli alanlar oluştu. Mesela Kadıköy. Gerçi geçen yıl Kadıköy’e de gitti polis oyun kaldırmak için.Ama bazen koşulsuzluklar, bazen seyircinin bol olduğu yere haklı bir odaklanma güdüsü oluşuyor. Kadıköy’de salon açan arkadaşlarıma saygım büyük ancak çok dar sayıda ve Beyaz Türk profilinde bir seyirciye hitap eden bir tiyatro seyircisi profili oluşturduğumuzu unutmayalım. Alternatif tiyatro kavramı ortaya çıktı ancak hem politik olarak bir alternatif söylem yok, hem tiyatronun kitleselliğini kullanmadan biraz birbirimize, eleştirmenlere, jürilere hitap eden bir beklenti oluştu. Minik alternatif mekanlar var, ancak buradaki içeriğe baktığımızda, bazen şiddetin televizyon kültürüyle meşrulaştırıldığı işleri alternatif diye adlandırıyorlar ama popüler kültüre hizmet ediyorlar. İşin ilginç yanı alternatif mekanlarda bile star sistemi var. Dizilerden tanıdıkları isimleri görmeye gidiyor insanlar, oysa 60’larda ekiplere gidilirdi. Balıkçının,taksi şoförünün, öğretmenin, lise öğrencisinin gitmediği bir tiyatro kendi kendine yok olur. Bunu popülist bir söylem olarak algılamamak gerek. Tiyatronun her yerde herkese hitap etmesi ama estetik kaygısını da yitirmemesi lazım.
Devlet ve şehir tiyatrolarının durumu nedir?
Bilmem. Onu devlete ve belediyeye soracaksınız. Şaka bir yana, orada üreten arkadaşlarımıza sabırlar dilerim. Oyunlar üst kurullar tarafından okunuyor, kıyafetlere kadar her şeye karışılıyor. Aslında otosansürle başladı her şey. Aman belediye protokolü kızar korkusuyla hareket eden müdürler türedi. Bu insanlardan bazıları müdürlükten öteye gidemediler, yapımcı ya da yaratıcı olmayı istemeyip, üstlerine yaranmaya çalıştılar. Şimdi de tiyatro dramaturgları, edebi heyetleri, genel sanat yönetmenlerini aşan bir sansür oluşmuş anladığım kadarıyla. Edebi heyet, repertuar kurulu kavramları zaten kısıtlayıcıydı, şimdi onlara da üstten emir veren, satır satır oyunlar okuyan, bazı yazarların adını bile tiyatrodan sokmayan bir insan kitlesi oluşmuş.
Tiyatro muhalif bir sanat oldu tarih boyunca. Devrimci sanatın bayrağının en fazla dalgalandığı ya da devrimci sanatın en fazla popülerleştiği sanat türü. Sizce otoriteden yana bir tiyatro mümkün mü? Ben bu konuda biraz farklı düşünüyorum.Tiyatro devrimci bir sanattır, evet çünkü tez ve antitezi içinde barındırır, iyi ve kötünün karşıtlığı ve çarpışmasıdır tiyatro, bu nedenle devrimci bir yanı vardır, ancak bazen yanlış da doğru olabilir. Örneğin iyi bir Othello prodüksiyonu kuvvetli bir İago karakteri gerektirir. Yani bazen ibre kötüyü gösterebilir tiyatroda. Ama yenilikçidir, alternatiftir, ezber bozar. Yine de tam anlamıyla devrimci denemez tiyatroya. Devrimin dinamiklerini içerir güçlü sanat. Otoriteye de yaranamaz haliyle çünkü içinde otorite eleştirisini de barındırır karşıtlıklar dünyasında. Bunu sadece içerik olarak düşünmeyin, biçem de önemlidir. Örneğin Rusya’nın en önemli yönetmenlerinden Meyerhold, Stalin döneminde biçimcilikle suçlanarak ölüm cezasına çarptırıldı. Fransız Tiyatrosu’nda üç birlik kuralına uymayan Corneille’in oyunu, dönemin kralı tarafınca Fransız Akademisi’nde yasaklandı. Kadının evi terk edişini anlatan Nora oyunu bile yıllarca sonu değiştirilerek oynatıldı. Yani tiyatro sadece içeriği değil, biçemi, karakter yapısı nedeniyle bile baskı gördü. Bana bazen muhafazakar sanat olabilir mi diye soruyorlar. Bence olabilir, tiyatrodaki karşıtlık dinamiğini arttırırsınız, muhafazakar değerlerin kazandığı bir denge kurarsınız. Ama hem iktidar olup, hem muhafazakar olamazsınız. İktidar gücü kutsar, meşrulaştırır. Yapısı itibarıyla muhafazakarı da yok eder. Öte yandan bugün Türkiye’de çok ciddi bir muhafazakar tiyatro arayışı var. Ana akım reddediyor, eleştirmenler, akademisyenler görmezden geliyor ama bu gerçeği görmek ve irdelemek lazım. Neler yapılıyor, nasıl yapılıyor? Kadıköy-Beşiktaş hattı dışında neler oluyor?
Bugün dünyada tiyatronun sinema ve televizyon karşısında dayanakları nedir?
Öncelikle sokağa çıkma güdüsüyle ve tabii internet televizyonculuğuyla karşısında iki buçuk saat fasulye ayıkladığımız demode televizyonculuk bitti. Sinema da bundan nasibini alıyor haliyle. İnsanlar sinemaya daha az gidiyorlar ya da sinemaya gitmek de, eski çağlarda operaya gitmek gibi bir etkinliğe dönüşüyor, AVM törenselliğiyle yapılıyor. Aslında tiyatro, bazen teknolojiyi kıskanarak rekabet ediyor, ancak tiyatronun sadeliğine, insan sesine hiçbir sanat erişemiyor. Dünyada tiyatro seyircisi sayısında düşüş yok ama profil değişiyor, yaşlanıyor seyirci. Ya da tiyatroya gitme alışkanlığı değişiyor, gruplar halinde gidiliyor tiyatroya. Ya da algı ve sabır değişiyor, 60 dakikalık oyunlar rağbet görür oluyor. ‘Süper İyi Günler’i seçme sebeplerimin içinde tabi ki bu arayışları gözlemlememin etkisi de var.
Ödenekli tiyatrolar bağımsız olabilir mi? Bu denge nasıl sağlanabilir?
Dünyada sanat kurumları veya sanat kurumlarına ödenek sağlayan kurullarda bazen hiç bürokrat olmuyor, sadece sanatçılardan oluşan kurullar var. Kanada’da da çalışıyorum ben, ödenek konusu tamamen farklı işliyor. Ama bu durumda da neredeyse aynı şey oluyor. Bağımsız, özerk kurulların duymak, görmek isteyeceği işler çıkıyor ortaya. Sanatçı bazen kendi dertlerini değil, duyulmak ve finanse edilmek istenilenin dertlerini yerine getirir, ödenek kurullarının gözünden düşünüyor oluyor. Para sanatı her şeyiyle güdümlüyor. Ama bizdeki gibi bir yapı hiçbir yerde yok tabi. Ancak yeniden yapılanacaksa da çok hassasiyet gerekiyor. Bizim ödenekli tiyatrolarımız güdümlense bile, Türkiye’nin her köşesinde çok ucuz fiyata perde açabiliyor. Çok önemli sanatçılar ya da çok büyük tiyatro emekçileri var bu kurumlarda. Onlar olmasa, özel tiyatro, bağımsız tiyatro ya da alternatifin sözü edilemez.
Dünya tiyatrosunun bulunduğu durum ve konum ile Türkiye tiyatrosunu karşılaştırsanız sonuç ne olur?
Burada heyecan var, ama boşa giden bir enerji var çünkü kurumsallık yok. Öteki taraflarda kurumsallık, profesyonellik bazen heyecanı öldürüyor, rutine çekiyor.
Siz çocuk yaşta tiyatroculuğa başladınız, gencecik bir oyuncuyken sokak tiyatrosu yaptınız. Sokak tiyatrosunun sahnedeki tiyatrodan içeriksel ve işlevsel farkı nedir?
Benim dönemimdeki sokaklar farklıydı. Onun için sokak tiyatrosu bile işitsellik barındırıyordu. Şimdi daha çok görsellik var.Ama sokaklar da temiz yerler değil artık. Biz sokağa, ruhumuzu temizlemek için çıkmıştık çocuksu enerjimizle…Ve ağaçların altında oksijenli bir ortamda, çocuğun doğal yaşam alanında oyun güdüsüyle oynamıştık. Şimdiki sokaklar bilgi ve hava kirliliğinin yoğun olduğu güvensiz alanlar. Tekrar sokağa çıkılsa ne yapılmalı bilemiyorum.
Birçok sokak protestosu kanalının tıkandığı bir dönemde, sokak tiyatrosu nasıl bir işlev görebilir?
Her yer, her şey tiyatrodur. Görünmez Tiyatro kavramı var mesela… Daha performatif bir düşünce gerektiriyor. Duran Adam aynı zamanda draması güçlü olan bir eylemlilikti. Belki bugünün sokak tiyatrosu da böyle olmalı.
Tiyatrocular neden sahnede ölür?
Bu konuda farklı görüşler var tabi. Yaşlılığını farklı biçimde yaşamak isteyenler var. Öte yandan sahnenin adrenalinini sonuna dek solumak isteyenler var. Toron Karacaoğlu son yıllarda sahneye çıkamadığı için küsmüş ve içine kapanmış. Haldun Dormen sahnede, provada, turnede yaşıyor. Celile Toyon, Nisa Serezli Ödülü’nü aldığı zaman “bana emekliliğimi yaşatmayan Nedim Saban’a teşekkür ederim” demişti. Macide Tanır da aynı duygularla Tiyatro kare’de dönmüştü sahneye yıllar sonra.Ama sahne aynı zamanda tehlikeli bir yer. Bu kadar çok gözü üzerinizde hissetmek, karanlıkta antre beklemek, kuliste heyecan yaşamak istemeyip, yeter artık diyenlere de saygı göstermek gerek.
Gülriz Sururi’yi yakından tanıyordunuz? Gülriz Sururi’nin kaybı sizin için ne ifade ediyor?
Benim özelimde, ona ulaştıramadığım bir mektup var.Keşke biraz daha acele edebilseydim diye düşünüyorum.G ülriz Hanım’la dostluğumuz son on yılda çok artmıştı. Onun her şeyi özeldi ama yemek davetleri çok çok çok özeldi. Kıyafetleri, evinin dekorasyonu, her şey muhteşem bir tören estetiğindeydi. Ölümüde öyle oldu. Sözünü hiç sakınmayan bir insandı,insanlara yalan söylemez, en son söylenecek lafla başlardı belki ama öyle bir gusto vardı ki! Muhteşem bir sofrada çorba yerine tatlıyla başladığınızı düşünürdünüz onda nazar işittiğinizde. Gülriz Sururi Türkiye tiyatrosu için ne ifade ediyordu? Batılı tiyatroya geçişin bir simgesiydi. Sosyal medyada ve Birgün’deki yazımda da belirttim, Sururi ailesi geleneksel tiyatro yapıyordu. Tuluatlar oynayan, operetler söyleyen Gülriz Sururi’nin 1950’lerde öyle bir vizyonu vardı ki,Muammer Karaca’dan aldığı maaşın yarısına Küçük Sahne’ye geçti. Orada metne dayalı tiyatroyu, Batılı müzikalleri tanıdı ve tabii çok önemli bir isimle birleşerek kendi tiyatrosunu kurdu. Bu tiyatroda Batılı tiyatroyu Türkiye Tiyatrosu’nun biçemiyle harmanlayan işler yaptı. Keşanlı tamda böyledir. Gülriz Hanım geleneği sürdüren tiyatro kalıplarını cesurca kırdı, sonrada taklitçi tiyatrodan içeriğini bu topraklarda arayan bir tiyatroya geçti.
Gülriz Sururi hayatının sonuna kadar muhalefetten vazgeçmedi. Bugün Türkiye sanat ortamında genel bir konformizm saptıyor musunuz?
Onunla dokuz yıl önce Seyirci Kalmayın eyleminde beraberdik. Son günlerde düzenleme komitesi içinde acaba yürüyüş yerine, bir basın açıklaması mı okusak gibi sesler yükseldi. O, yürüyüşten vazgeçmediği gibi, güzergahı bile değiştirmedi. Dediğim dedikti, kararlıydı. Bazen ulusalcılık çizgisinde ters düşerdik, hatta bu konuda espri yapmaya cesaret eden ender kişilerdenim kendisine. Onu anma yazımda Türkiye Tiyatrosu ifademe kızanlar oldu, ama Gülriz Hanım benim için Türkiye Tiyatrosu’ydu. Kız çocuk larının okuması için büyük mücadele verdi, okullar, yurtlar, eski halkevleri geleneğinde oluşumlar yapmak istedi. Yalnız kaldı, yoruldu ama hayallerinden hiç vazgeçmedi.
Kürt illerinde belediyelerin geniş repertuvarlı, yenilikçi tiyatroları vardı. Bu belediyeler seçilmişlerden alınıp kayyuma verildikten sonra bu kadrolar işten çıkarıldı yada tiyatrolar kapatıldı. İktidar neden tiyatro ile bu kadar ilgili?
Kürtçe Tiyatro ve Kürt Tiyatrosu üzerine ben de bazı araştırmalar yaptım. Çok katmanlı bir alan. Zamanında Diyarbakır Şehir Tiyatrosu’nu da ziyaret etmiştim. Vedat Türkali de son yazdığı oyunu orada Kürtçe sahnelememi istemişti. Benim gözlemim, Kürt Tiyatrosu’nda da hem estetik, hem politik söylem açısından bir arayış olduğuydu. Bu arayış bazen kafa karışıklığına döndü, kendi dengelerini kurmakta zorlandı. Bu da çok doğal tabi. Öte yandan bir azınlığın varoluş mücadelesinde tiyatronun yeri ve önceliği de çok sorgulandı. Çok derin bir konu. Belediye tiyatrolarının baskılanması her şekilde acı, ancak halen mesela Batman’da perde açan bağımsız tiyatrolar varmış. Hiçbir şey tiyatronun varoluşunu etkileyemez. Ve bu varoluş bir çiçeğin açması gibi….Hem de çok daha zor çiçek veren topraklarda.
Yeni bir oyun sahneye koydunuz? Bu oyundan biraz bahseder misiniz?
Süper İyi Günler, Mark Haddon’un çok sevilen bir romanı. İngiltere’de sahnelendiğinde çok prestijli ödüller aldı. İzlediğim günden bu yana, oyunun 16 yaşındaki otizmli bireyi Christopher Boone usumda. Oyunu otizm algısı ve duyarlılığıyla anlatmak, Christopher’ın duygularının içine farklı bir boyuttan girebilmek için hem teknoloji kullanımı, hem dil kullanımı, hem görsellik, hem işitsellik kullanımında farklı şeyler deniyoruz. Seyirciyle bu röportajın yayınlandığı gün buluşmuş olacak. Nasıl karşılanacak bilmiyorum ve tüm dünyada olduğu gibi burada da çok ilgi göreceğini düşünüyorum. Ancak sonuç ne olursa olsun iki yıldır tüm hayatımı bu projeye adadığım için çok mutluyum. Muhteşem bir ekiple çalıştım.
Seyirciyi tek bir cümle ile oyununuza davet edecek olsanız ne derdiniz?
Yalan söylemeyin! Kafka’nın dediği gibi dil de yalanların bileşkesidir. Dil, toplumsal kalıplara uydurur ve kötü bir elbise olur. Gerekirse sayılara sığının. Asal sayılar yalan söyleyemez çünkü.