Abdullah Aysu ile ‘Osmanlı’da Tarım Politikaları’ kitabı üzerine konuştuk: ‘Türkiye geçmişi ve geleceği olmayan bir tarım politikası uyguluyor şimdilerde. Freni patlamış kamyonun duvara toslamış hali gibi adeta
Yusuf Gürsucu
Tarım üretimlerinde düşüşler yaşandığı ve en temel ihtiyaçların ithalata bağlandığı, çiftçilerin üretimden uzaklaşmaya başladığı bu dönemde sendikalı çiftçi-yazar ve aynı zamanda gazetemizin yazarları arasında bulunan Abdullah Aysu, ‘Yeni İnsan Yayınları’ndan çıkan ‘Osmanlı’da Tarım Politikaları’ aldı bir çalışmaya imza attı. Aysu, Osmanlı’nın tarımsal süreci ile hesaplaşılmadığını, Osmanlı’da yapılan hatalarla, günümüzde süren tarım politikaları arasında paralellik olduğunu söylüyor. Aysu ile Osmanlı’dan günümüze tarım politikalarını konuştuk.
- *Öncelikle hazırladığınız ‘Osmanlı’da Tarım politikaları’ adlı kitabı hangi ihtiyaçtan kaleme aldınız diye sorarak başlamak istiyorum?
Türkiye tarımının bugünkü durumunun geriliğinin temelinde Osmanlı ile toprak ve tarım konusunda hesaplaşama yapılmamış olduğunu gördüm. Türkiye tarım politikaları üzerine saygıdeğer bir mücadele veren arkadaşlara belki bir katkısı olur diye yazdım.
- *Dünyada ve Türkiye’de tarım alanları her geçen gün daralıyor. Bu bağlamda geçmişle bugün arasında bir kıyaslama yaparsak, tarımsal üretim biçimi ve ekolojik farklılıklarda en belirgin özellikler nelerdir?
Geçmişte tarımın alt dalı olan bitkisel üretime ilişkin arazi ölçeği bugünkü kadar değildi. Endüstriyel tarım yok denecek düzeydeydi. Tarımda makineleşmeyle birlikte tarım arazi ölçeği-alanı büyüdü. Yine tarımın alt ana dalı olan hayvan yetiştiriciliği için mera, otlak ve yaylak bugünden çok daha fazlaydı. Mekanizasyonun tarımdaki kullanımı ile birlikte mera-otlak alanı daraldı. Bugün tarımsal üretim modeli endüstriyel, yani yoğun enerji kullanımına ve kimyasala dayalı. Sözünü ettiğim endüstriyel üretim modeli kendisi ekolojide yıkım yaratan aynı zamanda ekolojik dengenin bozulduğu oranda tahrip olan bir güzergâhta ilerliyor.
Geçmiş tarımsal üretim sürecinde, yoğun enerjiye dayalı üretim yapılmıyordu. Kimyasal kullanımı yakın geçmişimize kadar yoktu. Üretim doğayı taklit edilerek yapılıyordu. Doğayı taklit ederek yapılan tarım ekolojide yıkım yaratmıyordu, doğayla barış içindeydi. Ayrıca ekolojiye zarar veren yalnızca üretim modelinin endüstriyel olması değil aynı zamanda ekolojik tahribat yaratan enerji ve maden şirketleri var. Bunlar bir yandan ekolojiye zarar verirken, beraberinde sağlıklı tarımın yapılmasının önüne geçiyor. Toprak ile suyun, yaban hayat ile tarımın bağını koparıyor. Kısacası tarımsal üretimi imkânsız kılacak olumsuzlukları bağrında taşıyor, şirketler.
- *Bugün Türkiye’de tarım üretimlerinde düşüş yaşandığı bir gerçek. İçinde bulunduğumuz dönemi tarımsal açıdan özetleyebilir misiniz?
Türkiye’de uygulanan yanlı ve yanlış tarım politikaları tarımsal üretimde düşüşlere neden oluyor. Yanlı derken şirket yanlısı, küçük aile çiftçiliği karşıtlığından bahsediyorum. Yanlış söylemimdeki kastım ise hükümetlerin hem şirket çıkarlarına göre tutum alması hem de tarımda uygulanan üretim modelinden, fiyat ve pazar politikalarının çiftçilerin aleyhinde kurgulanmasından bahsediyorum. Tarımdaki bu yanlı ve yanlış politikalar, çiftçileri üretimden vazgeçirdiği için üretim düşüklüğü yaşanıyor. Endüstriyel tarım ile enerji ve maden şirketlerinin ekolojide yarattığı tahribata bağlı iklim krizi, toprağın ve suyun vasfının bozulması verim düşüklüğünü büyütüyor.
Özcesi: Bugün Türkiye tarımında gelinen nokta, içine düşülen girdap, tarım politikalarının yanlışlığı için “kör gözüm parmağına” diyor. Başka bir deyişle Türkiye geçmişi ve geleceği olmayan bir tarım politikası uyguluyor şimdilerde. Freni patlamış kamyonun duvara toslamış hali gibi adeta.
- *Osmanlının sonlarına doğru halkın üretimlerinden alınan vergiler büyük bir yoksulluğa yol açtığı biliniyor. Kitabınızda Osmanlı’nın kuruluş sürecini adil ve eşitlikçi bulduğunuzu belirtiyorsunuz. Bu süreç ne zaman terse döndü?
Osmanlı’da başlangıçta toprak ölçeğinin eşitliği, toprakta mülkiyetin olmayışı iyi yanlarıydı. Bu dönem tımarlı sipahi dönemiydi. Fakat Osmanlı duraklamaya geçtiği andan itibaren toprak ve vergi düzenini kurcalamaya başladı. Tımarlı sipahilerin yerini mültezimler, ayanlar, kaydı hayatlar almaya başlayınca toprak eşitliğinin bozulmasının yanı sıra uçan kuştan ve vızıldayan sinekten vergi alınmaya başladı. Toprakta eşitlik bozulduğu gibi özel mülkiyet de teşekkül etmeye başladı.
- *Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin her evresini tarım üzerinden okumak mümkün. Sizce İmparatorluğun kuruluş, yükseliş ve çöküş dönemlerinde tarımın rolü neydi? Bu zaman dilimlerinde tarımdaki sembol olaylar nelerdi?
Osmanlı’nın sözünü ettiğiniz dönemlerinde tarım hem etkileyen hem etkilen olmuştur. Kuruluş döneminde ve yayılmacılık döneminde tarım kesimi ürettiği ürününden verdiği vergi ile Osmanlı hazinesine katkı koydu. Tımarlı sipahi döneminde Osmanlı asker beslemeden kırsalın sırtından ordu sahibi oldu. Topraklar işgal etti. Genişledi. Sonraki dönemlerde toprak düzeninde adaletten saptıkça, dünyadaki teknolojik gelişmeye de ayak uyduramadıkça savaş kazanamamaya, toprak artırmak değil kaybetmeye başladı. Bu dönemlerde de tarım kesimi yoğun sömürüye tabi tutuldu.
*Tarımsal üretimlere yönelik baskıcı politikalar, birçok isyanı ortaya çıkarmıştı. Bu konuda elde ettiğiniz veriler nelerdir?
Osmanlı’daki ayaklanmaların çoğunluğu tarım ile ilgilidir. Toprak düzeni bozulmaya başlayınca sipahilerin hoşnutsuzluğu ortaya çıktı. Bu hoşnutsuzluğu makam elde etmek için de kullanarak isyanı tetikleyip ona önderlik edenler de çıkmadı değil. Ayrıca tarımda alınan öşür oranıyla oynama, geriledikçe vergi çeşidini arttırarak kırsala yüklenmesi Osmanlı’ya karşı tepkiyi örgütledi. Şöyle ki, çiftçiden alınan verginin arttırılması, ödeyemeyecek duruma düşen çiftçilerden zora ve baskıya dayalı vergi tahsilatı-alma girişimleri isyanları besledi. İsyanlar patlak verdi.
- *Osmanlı’nın son döneminde dünya da hızla gelişen kapitalizm tarımı hangi yönde etkilemiştir?
Dünyadaki kapitalizmin gelişmesi, üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun sahip olduğu toprak zenginliği ondan sağlanacak hammadde ve geniş pazar olma hali kapitalistlerin iştahını kabartıyordu. Kapitalistlerin doğası gereği Osmanlı’ya ilgilerini yoğunlaştırmayı gerektiriyordu. Onlarda onu yaptılar. Osmanlı’ya her biri bir yandan ve alandan çullandılar.
- *Kapitalizmin Osmanlı’da ortaya çıkışıyla birlikte tarımsal üretimlerde sermaye düzeninin başladığı kitabınızda yer alıyor. Bu dönemi biraz açar mısınız?
Osmanlı, yabancıların etkisiyle tarımında bazı teknolojik gelişmeleri gördü, lokal de olsa uyguladı. Kapitalist üretim ilişkiler buralarda çimlendi. Tarımda yabancıların gelişi ticaret kültürünü muhasebe sistemini geliştirdi. Tarımsal üretimde dış talebe göre kısmi şekillenme oldu. Ancak küçük çiftçilik üzerine tarımsal sömürüsünü inşa etmiş olan Osmanlı kapalılık, pazar için üretim konusunda olması gerektiği oranda kendisini geliştirmedi. Batıda (özellikle Ege’de) kontrol yabancı tüccarlara geçti. Üretimden pazarlamaya onlar belirleyici oldu. Doğal olarak Osmanlı köylüsü için bu durum refah yükseltici olmadı. Ancak endüstriyel ürünlerin üretim ve pazarlanması için aydınlatıcı fener görevi gördü.
- *Osmanlı’da demiryollarının döşenmeye başlaması tarımı nasıl etkiledi?
Demiryolu Osmanlılar değil Avrupalılar için kazanç yollarını çoğalttı. Ancak Osmanlı’nın yaşamında bir dizi değişikliği de getirdi. İzmir-Aydın demir yolu başta İzmir olmak üzere yaşam biçimini, tüketim kalıplarını hızla değiştirdi. Osmanlı’yı tüketim toplumu haline sürükledi. Osmanlı tüketime açılırken azınlıklar daha fazla kazanmanın yolarına kavuştular. Ayrıca eğitim, ticaret de küçük bir azınlık lehine gelişmeye başladı. Bu değişimin sağladığı servet bu türeyen azınlığın elinde toplanmasının başlangıcı oldu. İşte bunun için İzmir-Aydın demiryolu sadece demiryolu değildi. Osmanlı ülkesini başka bir dünya ile buluşturan bir durumdu.
Ayrıca demiryolu iç ve dış ticaret hacmini hızla geliştirdi. Finans sermayeyi teşvik etti. Sosyal yaşam değişti, renklendi. İzmir ve İstanbul, Avrupa’dan gelen tüccarlar, terziler, tiyatrocular, bankerler ve ressamların uğradığı kentler oldu. 1860’ların başında İstanbul artık bir Avrupa kentinden farksızdı. Demiryolu sihirli bir değnek gibi olmuştu. Değdiği yeri zenginleştiriyor, neden olduğu her zenginlik başka birçok ocağı söndürüyor, yok ediyordu.
- *Osmanlı’nın son döneminde doğru bankacılık ortaya çıkmaya başladı. Bu gelişmeleri aktarabilir misiniz?
Bilindiği üzere önce Memleket Sandıkları kuruldu. Memleket sandıklarında yöresel/yerel olarak toplanan sermaye yöresel/yerel olarak kullanıldı. Bir kasaba merkezinde faaliyete geçen Memleket Sandığı yalnız o kasabaya bağlı köylerdeki üreticilere hizmet verdi.
Memleket sandıkları çiftçi olmak koşuluyla herkese kişisel kefaletle ve rehinle veya her ikisi birlikte olmak kaydıyla kredi verdi. Verilen kredi için ayda yüzde 1 faiz aldı. Alınan kredinin ödeme süresi üç aydan az bir yıldan fazla olmaması ve bir kişiye en fazla 20 lira kredi olması koşulluydu.
Memleket sandıklarının yönetimi tamamen demokratik bir biçimde kasaba halkının çoğunluğu tarafından belirlenen, Sandık emini denilen ve ücretsiz çalışan dört kişiden oluşan bir heyet tarafından yönetildi. Heyetin dışında kâtip olarak muhasebe ve kalem işlerine bakması için de, ücretli bir kişinin kullanılmasına izin verildi.
- *Tarımda kapitalistleşme tütünle başladı diyebilir miyiz? Reji sistemiyle ilgili bölümünüz çarpıcı, bu bağlamda düşüncelerinizi alabilir miyim?
Tarımda kapitalist ilişkiler tütün ile başladı fakat kapitalist üretim ilişkileri ve üretim güçleri (sistemi) demiryolu ve pamuk üretimi ile gelişti diyebiliriz. Osmanlı’nın çöküşüne yakın zamanda borç verenler alacaklarını tahsil etmek için devlet içinde devlet olan Duyun-u Umumiye İdaresi yanı sıra Reji İdaresi’ni kurdular. Osmanlı devlet olarak bu yapılanmalarla sömürülürken köylü çifte kavrulmuş bir sömürüye tabi tutulan, emeğinin yanı sıra canını kaybeden oluyordu.
- *Osmanlı’da Reaya nasıl bir uygulamaydı?
Reaya aslında bugünkü çiftçinin karşılığıdır. Fakat o dönemdeki çiftçi ile bugünkü çiftçi aynı değildi. Osmanlı’da reaya, bağımlı bir sınıf oluyordu. Reaya kimin reayası ise ona karşı olan yükümlülüklerini yerine getiriyordu. Hukuki açıdan toprağın mülkiyeti devlette sayılmasına karşın, arazi mülk olarak kime verilmişse reaya o mülk sahibinin raiyeti oluyordu. Reaya toprağı işleyendi. İşlediği topraktan elde ettiği ürünün onda birini (öşür) devlete vergi veriyordu. Toprak padişahındı, ama kullanma hakkı reayanındı. Toprağın sahibi değildi, fakat tasarruf hakkı reayadaydı. Reaya öldükten sonra toprağın tasarruf hakkı çocuklarına (erkek çocuğa) geçiyordu.