Kurtuluş Savaşı sürecinde oluşan ve Lozan Antlaşmasını imzalayan “Türkiye Devleti”nin, Anadolu’da yüz yılda gerçekleştirilen dinsel saflaştırmanın siyasi statüsünü oluşturduğunu bir önceki yazıda anlatmıştım[1] .
Peki, “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” kavramında ifadesini bulan totalitarizm ve vesayetçilik (ve bunların devletin kuruluş sürecindeki somut biçimi olan “Kemalizm”) bugünkü devlet cihazının baskıcı ve otoriter karakterinin oluşumunda nasıl bir role sahiptir, dünden bugüne olduğu gibi devreden bir “genetik kod” mudur?
Kemalist dönemde şekillenen devletin otoriter ve baskıcı bir nitelik taşıdığı da, bu otorite ve baskı düzeneğinin bürokratik-askeri bir “kurtarıcı/kurucu” elitin vesayetini somutlaştırdığı da bir gerçektir. Ancak, içinde bulunduğumuz durumu doğru olarak kavramamız için cevaplamamız gereken soru “tarihte ne olduğu” değil, “bugünkü durumun gerçek temelinin ne olduğu”dur. Devletin bugünkü baskıcı ve otoriter karakteri, varlığını cumhuriyetin kuruluşundaki bu kaynaklardan mı almaktadır; bugünkü rejim, bir seçkinler grubunun içerisinde kendisini sürekli yenilediği kurumsal bir sürekliliğin mi eseridir? Bu soruya evet yanıtını verdiğimizde, demokrasi mücadelesinin asgari programını “liberal bir temsili demokrasi programı”na indirgemek ve devlet iktidarını somut olarak elinde tutan grubun dışında kalan “bütün” siyasi ve toplumsal güçleri “demokrasi cephesinin potansiyeli” saymak olanaklı hale geliyor. Ve Türkiye solu çok uzun bir zamandır bu “tözcü” tarih doktrininin etkisi altında, her seferinde sahneye liberal bir söylemle çıkan “Anadolu gericiliği”nden türetilen bir iktidar adayıyla “birleşmeye” öncelik veren siyasetlerin peşinde koşuyor ve her seferinde de Anadolu gericiliğini arkasına alan bu “Şark kurnazları”nın oyununa geliyor.
Bu süreğen yanılsamanın şu noktanın gözden kaçırılmasından kaynaklandığını düşünüyorum:
1923’de kuruluşu ilan edilen devletin, toplumsal egemenliğini güvence altına aldığı egemen sınıflarla ilişkisi ve kendisini kuşatan emperyalist güç ve irade merkezleriyle ilişkisi bakımından karakteristik özellikleri, ilerleyen süreçte aynen devam etmemiş, önemli değişimler geçirmiştir. Kemalist devletin (ve bürokratik elitin) bu dönemdeki iki temel niteliği, (a) “Müslüman yerli burjuvazi ve kırsal egemen sınıflar”ı çekip çevirmesinde somutlaşan “adına iktidar ettiği sınıf(lar)dan özerklik” ve (b) (Sovyetler Birliği’nin ve Versailles Anlaşması sonrası Avrupa istikrarsızlığınının sağladığı hareket alanını kullanarak) 2. Dünya Savaşı’na kadar ağır aksak da olsa ilerlettiği “ulusal sermaye birikimi”nde somutlaşan “emperyalizmden özerklik” özellikleri, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda artık sürdürülemez hale geldi. 2. Dünya Savaşı yıllarında devlet kaynaklarıyla palazlandırılan büyük sermaye ve kırsal egemen sınıflarla arasındaki “buzları” eriten Kemalist parti ve devlet bürokrasisi, ABD emperyalizminin önderliğindeki yeni emperyalist blok içinde yer almaya yöneldi.[2] Bu yönelim, devlet iktidarını o güne kadar elinde tutan “Kemalist elit”in ABD nin direktifi altında, siyasi sistemi yerli sömürücü sınıfların ve orduyu emperyalizimin doğrudan nufuzuna açan düzenlemelerinde somutlaştı. “Çok partili sisteme geçiş” sürecinin en önemli adımı olan “muhalefet partilerinin oluşumu” süreci, CHP’nin yerli burjuvazi ve kırsal egemen sınıflarla bütünleşme seviyesinin (başta DP olmak üzere diğer sömürücü sınıf partileriyle) rekabetçi bir biçimde hızla arttığı bir süreç olarak yaşandı. 1952’de gerçekleşen NATO üyeliği, ordunun kontr-gerilla eksenindeki yapısal dönüşüm ve angajmanı sürecini başlattı.
Türkiye devletinin emperyalizme ve oligarşiye tabii hale getirilmesi, (a) Cumhuriyetin kurucu temelinden ve Kemalizm’den radikal bir “kopuş”la mı gerçekleştirildi? (b) Cumhuriyetin kurucu temelini ve Kemalizmi yeni sömürgeciliğin politik yapısına eklemleyerek mi gerçekleştirildi? (c) Yoksa zaten öteden beri emperyalizmle çeşitli seviyelerde uzlaşmaya giden ve sömürücü sınıfların hukukunu koruyan bu kadronun yönetim ayrıcalıklarını koruduğu, “elitist bir gizli diktatörlük” modeliyle mi gerçekleştirildi?
Bu sorunun yanıtını, bu sürecin kitlesel düzlemde önünü açmakta kullanılan iki karakteristik araca dikkat çekerek başlamak istiyorum: “SSCB’nin Kars ve Ardahan’ı istemesi” nde somutlaştırılan “Moskof tehdidi” ve bunun üzerinden geliştirilen “Komünizm düşmanlığı”nın hitab ettiği “Ermeni düşmanı” kolektif hafıza ve 6-7 Eylül provokasyonuyla başlayıp Kıbrıs’ın “taksimine” yönelik bir kitle hezeyanıyla yükseltilebilen bir “milliyetçilik” dalgasının üzerine oturtulduğu “Rum düşmanlığı”. Kabul etmeliyiz ki, sosyalizmin yükselişi ve Kıbrıs halkının bağımsızlık mücadelesi üzerinden “Ermeni ve Rum tehdidini hortlatarak, Türkiye’nin ABD’nin ve NATO’nun yanında hiza ve istikamet almasının sağlanabilmesi gerçekten de “muhteşem bir Özel Harp operasyonu”dur. Her iki “olay” ve kışkırtılma biçimleri incelendiğinde, arkasında, Türkiye ile sınırlı olmayan kapsamlı uluslararası kontrgerilla düzenlemeleri olduğu görülecektir.
Böylece cumhuriyetin kuruluş dönemindeki “vesayet” ilişkisi yine ordu üzerinden kurulmaktadır. Ancak bu kez, “vesayet”in “sahibi” “Kemalist elit” değil, Kemalizmin Türkiye toplumuyla birlikte sınıfsal niteliği olgunlaşmış kadrosundan “devşirilen” ve herşeyiyle emperyalist merkezin bir uzantısı durumunda bulunan kontrgerilla merkezidir. Emperyalist merkeze devşirilen bu kadro, kontrgerillayı, yenilenmiş “Ermeni ve Rum tehdidi” üzerinden, devletin örgütleyici merkezi haline getirmiştir. Komünistlere ve Kürtlere karşı geliştirilen faşist saldırı politikalarının alt metinlerinde de “Yunan ve Ermeni düşmanlığı/tehdidi”nin sektirmeksizin yer alması tesadüf değildir.
Bu eklemlenme biçiminin, Kemalist elitin bu süreçte iktidar sürekliliğini sağlamasının önünde kategorik bir engel oluşturmadığı ileri sürülebilir. Ancak gerek 27 Mayıs hareketi ve sonrasında gelişen Talat Aydemir darbeleri ve 9 Mart olayı gerekse 12 Mart ve 12 Eylül’de özellikle ordunun siyasi mimarisine yönelik olarak yapılanlar ve tabii son olarak 2004’ten bugüne uzanan ordu ve kontrgerilla içi iktidar mücadelelerinden çıkarılacak bilanço bunun doğru olmadığını göstermektedir.
Kemalizmin Türkiye’deki toplumsal gericilikle aynı tarihsel zemini paylaştığı, kategorik bir karşıtlık halinde olmadığı bir gerçektir ancak, bugünkü faşizmin toplumsal dayanağını ve “hikmet-i hükümetini” (raison d’etat) kuran siyasi gericiliğin kaynağında “Kemalist öcüleri” değil, emperyalizm ve yeni sömürgeci tahakküm mekanizmasını aramalıyız. Yoksa hep ava giderken avlanırız.
Dipnot
[1] Lozan Antlaşmasına taraf emperyalist devletler, Türkiye uyrukluğundaki Hristiyanları “azınlık” olarak tanımlayan, Anadolunun “Rum Ortodoks Hristiyanları” ile Yunanistan “Müslümanları”nın mübadelesini öngören bu antlaşmayla, gerçekte, Anadolu ve Doğu Trakya’ya egemen olan Türkiye Devleti’ni bir “Müslüman Devleti”, Anadolu ve Doğu Trakya’yı Hristiyan unsurundan arındırılmış bir ulusal-toplumsal ünite olarak kabul ettiler.
[2] Bu yönelimin esas olarak SSCB’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında kazandığı büyük güç ve prestij, sosyalizmin Doğu Avrupa’ya yayılması, Yunan İç Savaşı’nın ve komünistlerin önderliğindeki sömürgesel kurtuluş mücadelelerinin yarattığı endişelere bağlı olarak Türkiye egemen sınıflarının en güçlü kapitalist kampa kapağı atmaya duydukları ihtiyaçtan mı yoksa emperyalist merkezler ile SSCB arasındaki bir paylaşım planına bağlı olarak mı kazanıldığını burada bir tarafa bırakıyoruz.