Taksim Dayanışması’ndan avukat Can Atalay ile Gezi Direnişi’nin dününü ve bugününü konuştuk
M. Ender Öndeş
Gezi Direnişi, Türkiye’nin belleğinin silinmez bir parçası artık. Savunucuları açısından da lanetleyenler açısından da durum böyle. Öyle ki, son 8 yılda iktidar sözcülerinin onu bir kerecik olsun lanetlemediği neredeyse tek bir konuşma bile yok. Onlar için açık bir yara gibi olan, halk içinse hâlâ bir umut kaynağı. Gezi Direnişi’nin 8. yılında Taksim Dayanışması’ndan avukat Can Atalay ile görüştük.
Nostalji yapmayı sevmiyoruz ama şöyle bir geçmişe baksak yine ve oradan başlasak. Gezi ne anlam ifade ediyor şimdi ve gelecek için?
İki özelliği var Gezi’nin ve bu iki özellik dünümüze değil, geleceğimize de ilişkin önemli. Birincisi, itiraza ilişkin olanı. Gezi, 27 Mayıs 2013’e kadar kentsel muhalefetin gündemiydi. Kentsel muhalefet, o güne kadar hem doğal varlıkların talanına karşı, hem de kentlerin yağmalanmasına karşı bir mücadele sürdürmüştü ve bu mücadelenin en önemli odaklarından biri de Taksim Gezi Parkı’ydı. Fakat 27 Mayıs itibarıyla başka bir şey oldu. Bu kentsel muhalefete karşı uygulanan polis şiddeti, bu şiddete karşı itiraz, itiraza karşı uygulanan şiddet derken, 31 Mayıs/1 Haziran itibarıyla memleketin dört bir yanında kimin ne itirazı varsa o itirazı alıp Gezi’ye geldi. Sokağa çıktı insanlar. Bu memleketin sahibinin sıradan, emeğiyle geçinen ahali olduğunu Türkiye tarihine yazdı.
İkincisi de inşacı özelliği. Bu kısmı ihmal ediliyor. Özellikle parkta, bir noktadan sonra, herhangi bir karara bağlı olmadan, kendiliğinden bir “metasızlaştırma” gerçekleşti. Orası bir “metasız” alan haline, bir komüne dönüştü. Bugün özellikle pandemi koşullarında, insanlığın kapitalizmin ötesinde bir ufka olan ihtiyacı bir kez daha somutlaşırken, Gezi’nin bu inşa özelliği, kapitalizmin ötesinde bir ufkun mümkün ve gerekli olduğunu göstermesi açısından çok kıymetli.
Ama Gezi iktidar açısından da bir tür unutmama, kenara yazma hali yaratıyor. Üçlü bir nefret öğesi var: Gezi, 7 Haziran ve Kobanê eylemleri… Üçünün de ortak özelliği sonuç almış olması. Daha geriye gidersek 15-16 Haziran ve 70’lerin DGM direnişi de var. İktidarlar böyle şeyleri hiç unutmuyorlar.
Tabii ki senin yaptığın bu bölümlemeyi kürsülerde söylemiyorlar ama adliyelerde, duruşma salonlarında aslında tam bunu yaşıyoruz. Mesela şu an, Türkiye’nin iki büyük politik yargılaması var. Biri HDP MYK’nin yargılandığı Ankara dosyası, diğeri de torba dava haline getirilmiş Gezi davası. Ama dilde söyledikleri şu: Bütün fenalıklar Gezi’yle başladı, 17/25 Aralık’la devam etti, 15 Temmuz’da da başka bir merhaleye ulaştı. Hatta bir mafya liderinin videolarını da böyle görmek istiyorlar. Gezi’ye bakmışlar, bir süre anlamamışlar, daha sonra da anlamazlıktan gelmeye karar vermişler. Çünkü hiçbir tasniflerine, hiçbir ‘böl-yönet’ politikalarına sığmayan bir toplumsallık çıkmış önlerine. Türkiye’nin 80 ilinde binlerce insan sokağa çıkıp itirazlarını ortaya koymuş. Kürtler/bölücüler yapıyor deseler olmuyor, CHP deseler oraya sığmıyor, sosyalistler yapıyor deseler bizim böyle bir gücümüzün olmadığını herkes biliyor. O aşamadan sonra Fethullahçılar ve “dış mihraklar” karalaması yapmaya karar vermişler; oradan de devam ediyorlar. Bunu şiddetle reddederiz. Gezi’nin 15 Temmuz, 17/25 Aralık gibi Fethullahçı oyunlarla birlikte anılması, ancak bir aczin göstergesi olabilir. Şimdi İstanbul Adliyesi’nde Gezi, Ankara’da da HDP’nin siyaseten mahkûm edilmesini amaçlayan iki dava var. Bu iki hukuksuzluğu kamuoyu önünde birlikte ele alarak savunmak bence çok mühim.
Savcılar şöyle düşünüyorlar sanki: Birkaç kişi akşam bir yerde toplantı yaparak Gezi gibi bir hadiseyi yaratabilirler.
Ben savcıların da buna inandıklarını sanmıyorum. Yıllar sonra, bir anda bunu torbadan çıkarmaları acayip değil mi? İç çatışmaları olmasa, bunu çok daha erken ve çok daha sert yapacaklardı. Ta o zaman, Haziran’ın ikinci haftasında, Ankara’daki Kaçakçılık Organize Suçlar müdürü olan Fethullahçı, İstanbul’a yazı yazıyor ve “dış mihrak” yalanının arkasına gizlenmeye çalışıyor. Bunun böyle olmadığı biliniyor; burada bir siyasi tez, bir karalama çabası var. Adliyelerin bugünkü durumunda bile standart bir savcının buna inanmadığını biliyorum.
Öte yandan bu, bir açıdan yeni bir durum: Türkiye’de uzun süre işkence ile delil yaratma uygulaması vardı. Daha sonra delil imal etme aşamasına geçildi; Fethullahçı uygulama budur: Delil imal eder, bir yere bir şey bırakır, bilgisayara girip bir şey yerleştirir, vb. vb… Şimdi, bu iddianamelerde ise şu var: Delile ihtiyaç yok! Bir siyasi tez var. Bunun aksini kanıtlaman isteniyor!
Bu ‘dış mihrak’ tezi gerçekliğe de aykırı zaten.
Tabii ki, olabilir mi bu? Hangi güç aynı anda Konya ile Fırat’ın ötesinde aynı sesin sokakta ifadesini sağlayabilir? Olursa da bunun kanıtları olur. Buradaki soru şu: Neden o kadar büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı? Çünkü parktaki o ağaçlar, kimseye ait olmayan, dolayısıyla hepimize ait olan bir şeydi ve bir grup genç, o kimseye ait olmayan ağaçlara sarılarak memleket ve yakın doğunun geleceğine sahip çıkıyorlardı ve insanlar bu kadar kendisi için bir şey istemeyen bir topluluk vasıtasıyla ben de kendi itirazımı dile getirebilirim dediler. Bu, herhangi bir kararla yaratılamaz ki.
Bu arada birkaç adım var… Önce alanı belediyenin elinden aldılar; sonra cami geldi. Belki de bir gece yarısı kararnamesiyle topçu kışlası da yeniden önümüze çıkabilecek. Meydana olan takıntı neyin nesi?
Taksim meydanının diğer ismi de Cumhuriyet Meydanı. Türkiye’nin modernleşmesinin en önemli simgelerinden biri. Aynı zamanda da daha rahatsız edici olarak Türkiye’de emek hareketi başta olmak üzere hak taleplerinin meydanı. Dünyadaki bütün AKP türü partiler, iktidarlar meydanları sevmiyorlar. Amerika’da da oğul Bush yönetimi kent merkezlerini toplumsal tepkilere kapatmaya çalışmıştı. O yüzden alanı bir caminin müştemilatı ya da AVM avlusu haline getirmek istiyorlar. Burada bir parantez açayım; Taksim Camisi üzerine ilk girişim, kanlı 1 Mayıs 1977’den sadece 13 gün sonra dönemin Milliyetçi Cephe hükümetinin Kültür Bakanı tarafından yapılmış. Ve bakan “Arap turistler geliyor, cami yapılmalı” diye gerekçelendiriyor; 1977’de! Yani Türkiye’nin ‘modern’ yüzünün ve emeğin taleplerinin tasfiyesi ta o zaman da gündemde.
Ayrıca bu iki açıdan bir rant meselesi. Birincisi Tarlabaşı projesi gündeme geldiğinden bu yana, Bedrettin Dalan döneminde de Tarlabaşı bulvarında trafiğin aşağıya alınarak ikinci bir tür İstiklal Caddesi yaratılması öngörülüyordu. Dolayısıyla projenin bir ucu Çalık Holding’e eşsiz bir rant alanı açma çabasıdır. İkincisi de, kanıtlayamam ama oraya açılacak bir AVM’nin birilerini söz verilmiş olması yüksek ihtimal. Ancak bir de AKP’nin simgeler dünyası var. AKM’nin yıkılması, cami projesi, merkezi önemde başlıklar.
Meydanın vakfa devri meselesi ise Türkiye’deki anayasal demokratik tüm kazanımların köküne kibrit suyu dökmektir. Mazbut Vakıf denilen şey, Cumhuriyet döneminde, önceki Osmanlı zamanından kalmış sahipsiz mallara ilişkin işlem yapılabilmek için kurulmuş bir kurum. Şimdi bunu baş aşağı çeviriyorlar ve aslında bir özelleştirme yapıyorlar. Mesela Ayasofya meselesinde Danıştay 90 yıla yakın bir süre sonra kesinleşmiş bir kararı bozuyor. Bu bizim için değil, mülkiyet, sermaye sahipleri için çok riskli bir durumdur. Ateşle oynamaktır.
İstediğin yere el koyabileceğin anlamına geliyor bu.
Ayrıca, Taksim’in kamusal bir alan, bir meydan olarak kullanımı, geç Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Cumhuriyet döneminde de belli bir aşamada önce bir şirkete geçiyor, sonra da İstanbul Belediyesi bu alanı satın alıyor. Belediye tarafından, parası halk tarafından verilerek satın alınmış bir meydanı, sen orayla ilişkisi belirsiz, amacı da bilinmeyen bir vakfa nasıl devredersin?
Biraz politik çağrışımlara gidersek, hatırlarsın, 1 Haziran günü Kadıköy’deki CHP mitinginin iptal edilmek zorunda kalınması çok önemliydi. Orada boşa çıkan enerji Taksim’e yöneldi ve çok etkili oldu. Tabanın böyle bir araya gelebilmesi bize politik olarak da bir şey söylemiyor mu?
Hatırlıyorum. 1 Haziran günü çağrı vardı mesela, meydana kesin çıkılacak diye ve her şey çok şiddetliydi. Sonra bir an bir şey oldu. Ne olduğunu Beşiktaş yönünden gelen CHP kitlesini görünce anladım. Bir şey daha var ama. Sırrı Süreyya Önder’in itirazı da çok önemliydi. Doğrudan İmralı Heyeti’nden biriydi ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Çok kıymetli bir zaman kazandırdı harekete.
Bu iki örnek bize Türkiye’nin kaderinde HDP ve CHP toplumsallığının (ya da seçmenlerinin) ve sosyalistlerin bir arada ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Bunun memleketin kazanılabilmesi için tayin edici olduğunu düşünüyorum.
Bir de, o günlerde çok simgesel bir şey var. Medeni Yıldırım öldüğünde Kadıköy ve Beşiktaş’ta kimsenin aklına gelemeyecek büyüklükte bir kitlenin bu cinayeti protesto etmesi çok kıymetli değil midir?
Bu arada 8 yılda 7 Haziran dâhil birçok şey daha yaşandı; tabanda büyük etkileri oldu…7 Haziran sonuçlarında da Gezi ikliminin önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum ben. Bu etkileşimler çok önemli. Bu memleketten umut kesilmez yani, kesilmemeli. Yaşayan bir organizma ve aklın bir yolu var. O yüzden Gezi ve diğer tarihsel olgular düne değil geleceğe ilişkindir.
Gezi’nin etkisi
Bir de sanki günümüzde Gezi’deki tutum, taşraya yayılır gibi oldu. İkizdere, Kazdağları ve bilinmeyen birçok yerel direniş… Gezi böyle bir etki yarattı mı?
Kesinlikle. Böyle olaylar, yakın vadede olmasa da, orta ve uzun vadede toplumda çok büyük değişiklikler yaratıyor. Hem doğal varlıkların, kent hakkının korunması konusunda, hem de sıradan yurttaşın kendi hakkını hukukunu koruma kararlılığında Gezi’nin çok esaslı bir etkisi var. İnsanlar, bu benim hayatım, kendi kaderimi tayin etmek istiyorum diyor.
İktidar cephesinde her türlü dengeleyici, frenleyici unsur da kayboldu artık sanki.
Bak mesela Marmara çok ciddi salgın hastalıklardan söz ediliyor. Bülent Şık var, çok ciddi bir akademisyen. Her ikisi de Marmara Havzası olan Ergene ve Kocaeli’ne ilişkin bir kanser araştırmasının bir bölümünü yazdı. Bunlar yıllardır biliniyor ve hiçbir şey yapılmıyor. Türkiye’nin sıcak paraya duyduğu madde bağımlılığı ile müreffeh bir ülke olması mümkün değil. Artık Türkiye’nin doğal varlıklarının bir parçacık daha zarar görmesine tahammülü yok. İkincisi, Türkiye’nin insanların ekmeğini kazanırken ölmesine de tahammülü yok. Bu sürdürülemez. Bu, Türkiye’nin deli gömleğidir ve bu ülke bu deli gömleğine sığmaz. bugüne de ulaştı