Türkiye’de Baasçılığa doğru evrilen süreç ise, başından itibaren neo-liberal küresel ekonominin periferideki ihtiyaçlarıyla uyum içinde oldu
Baas ideolojisi özünde pan-Arap milliyetçisidir; ama nazizmden sosyalizme oradan siyasal İslama kadar geniş bir ideolojik yelpazeden beslendiği görülür. Baas rejimi denildiğinde ise akla Esad ve Saddam isimleriyle birlikte ‘asayiş’ ve ‘muhaberat’ terimleri gelecektir.
Bu terimler, Türkiye’de ‘güvenlik’ ve ‘istihbarat’ olarak telaffuz edilir. 2022 bütçesinde MİT projelerine 825 milyon TL, Emniyet İstihbarat şubeye yapılacak ekipman ve teçhizat alımlarına ise 200 milyon TL tahsis edilmiş. Bu rakamlar, İçişleri Bakanlığı’nın 14.7 milyar TL bütçesi ile birlikte düşünüldüğünde ‘asayiş’ ve ‘muhaberat’ çiftinin devlet harcamalarında aslan payını kaptığı görülecektir. Öte yandan, Adalet Bakanlığı tarafından inşa edilecek 36 yeni cezaevi için yıl boyunca 2 milyar TL harcanacağı görülüyor.
Devlet yatırımları, ülkelerin geleceğini hazırlar. Yukarıdaki tablodan, bir yıl içinde 36 yeni cezaevini gerektirecek kadar ‘suçlu’ üretileceği, bu sayıya istihbarat ve iç güvenlik faaliyetlerinde görülecek dramatik bir artışla ulaşılabileceğinden başka bir sonuç çıkarmak mümkün görünmüyor. Siyasal iktidarın topluma yeni yıl armağanları bunlar.
Baasçılık, otoriter bir siyasal sistemden ibaret değildir; siyasal yapıya paralel özgün bir ekonomik modele de yaslanır. Bu, aslında devletçi bir ekonomi değildir. Hür teşebbüs teşvik edilir; ekonomik faaliyetler sanayiciler ve işadamları tarafından yürütülür. Ama ekonomide Baas partisinin de çeşitli düzeylerde ve oranlarda mutlaka bir katılımının olduğu bir sistem söz konusudur. Sonuçta, parti ve rejimle yakın ilişki içinde bir sermayedarlar halkası ve klientalist bağlarla yayılan bir ekonomik ilişkiler ağı üzerinden üretim ve dağılım süreçleri işler. Baas rejimlerinin 1990’lardan bu yana yaşadıkları ve onları dış müdahalelerle yıkıma kadar sürükleyen temel sorun, bu ekonomik modelin kapitalist sistemle uyumsuzluğu değil dünya piyasalarıyla eklemlenmede yaşadıkları gecikmeden kaynaklanıyordu.
Türkiye’de Baasçılığa doğru evrilen süreç ise, başından itibaren neo-liberal küresel ekonominin periferideki ihtiyaçlarıyla uyum içinde oldu. AKP etrafında Baas ekonomi politiğini anıştıran bir oligarklar (ya da müteahhitler) grubundan başlayarak taşeron firmalar, taşra tüccarları ve MÜSİAD üyesi sermaye erbabı üzerinden endüstriyel ve ticari hayatın kılcal damarlarına kadar uzanan klientalist bir ağ örülmüş bulunuyor. Devlet teşvikleri, hibeler, vergi indirimleri ile başlayıp yoksullara parti/devlet yardımı pratiğine kadar uzanan bu çark, kendisini sosyal devlet kavramının ve idealinin yerine ikame ediyor.
Örgütlenme, hak arama ve hak kazanma mantığı terk edilirken hayır, fitre-zekat gibi İslami dayanışma kavramları üzerinden vakıf ve tarikatların esas olduğu arkaik bir dayanışmacı model yaygınlık kazanıyor. Adeta 1930’ların korporatizmini çağrıştıran bir tahayyül bu kez o dönemin laisizminin tersine dinsel normlar üzerinden hortlamış bulunuyor.
Ama Türkiye ekonomisinin yarıdan fazlası, hala TÜSİAD çatısı altında örgütlü 4,000 büyük sermaye grubunun elinde bulunuyor. TÜSİAD üyesi şirketler, toplam özel sektör istihdamının yüzde 50’den fazlasını ve Türkiye dış ticaretinin yüzde 80’ini gerçekleştiriyorlar. Büyük sermayenin doğası gereği, ekonominin dışa açılması kadar sendikasız ve sosyal güvencesiz endüstriyel hayat fikri de bu elit sermaye çevreleri açısından oldukça cazip olmalı. Yirmi yıllık AKP iktidarı boyunca sürekli yükseliş gösteren bir kâr ve perfomans grafiği arz ettikleri görülebilir. Ayrıca gerek yeni oligarkların gerekse de MÜSİAD sermayesinin içinde hareket ettikleri kulvarlar, büyük sermaye gruplarıyla çakışmıyor.
Bütün bu uyumlu görüntüye rağmen TÜSİAD’ın geçtiğimiz Ekim ayında yapılan Yüksek İstişare Kurulu’ndan gelen açıklamalar sarayı oldukça rahatsız edici nitelikteydi. Laiklik konusunda hassasiyet belirtildi, siyasal otoriterleşme eğilimi karşısında uyarılarda bulunuldu ve nitelikli emek sıkıntısına değinildi. Geçtiğimiz Aralık ayında da hükümetin faiz indirimi hamlelerine karşı ‘iktisat bilimi kuralları’ hatırlatıldı. Erdoğan, bu uyarılara karşı, ‘Sizin derdiniz başka. Sizin cinsinizi de cibiliyetinizi de iyi biliyoruz’ yanıtını verirken, saray basını da ‘TÜSİAD’ın Türk olmayan yöneticilerinden hükümete küstah bildiri’ gibi başlıklar atıyordu.
Karl Marx, 19. Yüzyıl’da adeta Erdoğan’ın erken bir tezahürü olarak Fransa’da iktidara gelen III. Bonapart’ın gerçekleştirdiği parlamenter darbeyi incelediği ’18 Brumeir’ başlıklı uzun analizde, ‘Devlet iktidarı havada durmaz’ cümlesini kurarak Bonapartist rejimin sınıf temelini araştırıyor. Benzer bir araştırma sonucu, Erdoğan’ın Baasçı bir perspektifle yeniden yapılandırdığı Türk devletinin sınıf temeli olarak büyük sermaye yerine beş müteahhiti ya da MÜSİAD sermayesini ikame etme çabası içinde olduğu sonucu çıkmayacaktır. Ama oluşmakta olan Baasçı korporatizm güçlerinin, büyük sermaye hakimiyetindeki genel ekonomik yapıya paralel bir ekonomik faaliyet içinde olduğu saptanabilir. İki yapı arasında sıcak temas gerçekleşmemiş, henüz kılıçlar çekilmemiş olabilir ama havada düello öncesi gerilimin hissedildiği de bir gerçek.
Sahi, Osman Kavala neden hala hapiste?