Doğan Amed
“Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur; ne kurban ne işkenceci! Gelin bakalım şimdi. Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu, hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan soykırım işlerken siz kurban değilsiniz. O zaman kesinlikle işkencecisiniz.” Sartre.
Gerek toplumun gerekse de bireyin fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik yönden zarar görmesiyle ya da acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketlerin tümü şiddet içeriğine sahiptir. Bir canlı olarak insansal-varlığın özgürlük edimlerinin engellenmesini içeren, birey-gurup ve toplumun kimliğinin bastırılmasına, dilinin, kültürünün, düşüncesinin ifade edilmesinin engellenmesine ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik tutum ve davranışı da, şiddet olarak tanımlamak mümkündür.
Teknik olarak hukuk, adı geçen bu eylem ve fiilleri uygulayan, uygulanmasına yol açan, rıza veren ve veya ön ayak olan kişi-kurum ve düşüncelere yaptırım uygulamakla, bunları engellemekle yükümlü.
Peki teknik olarak böyle olan hukuk, Kürt coğrafyasında ve Kürt toplumunda nasıl uygulanmaktadır?
Elbette hukuku sadece teknik bir açıdan tanımlamıyoruz; böyle tanımlamak bizi eksik bırakır. Özellikle Kürdistan da “hukuk” denince ilk akla gelen, yüklendiği işlev ve içerdiği durumlar, benimsediği değerler, göndermede bulunduğu kuramlar ve tüm bunları yayma özelliği göstermesi sebebiyle egemen ideolojiye hizmet eden, egemenin tekniğe büründürülmüş bir şiddeti olarak tanımlamak daha doğruya yakın bir tanım olacaktır.
Bu böyle de olsa, yine de kağıt üzerinde kimi uygulamaların üsulune uygun olmasını bekliyor insan. Fakat Kürt coğrafyasında ve Kürt toplumuna karşı uygulanan “hukuk” ve “Hukuki” uygulamalar, bizlere göstermektedir ki, hukukun en asgari ve biçimsel niteliğine dahi cevaz verilmemekte ve adı geçen “hukuk” kendisini bu biçimselliğe uymaya zorunlu görmemektedir.
Devletin tüm karartma çabalarına rağmen, derinlikli bir bakış ile görülecektir ki, Türk “hukuk’unun” konu Kürt ve Kürdistan olduğu zaman asıl işlevi, devlet iktidarını kendisiyle daha da pekiştirmekten ve Kürt toplumunun (ahlaki-politik alanını daraltmak bir yana) üzerinde dört başı mamur bir şiddet aracı olmaktan öteye gitmemektedir.
Sadece son bir hafta da yaşananlar bile Kürtlere uygulanan “hukukun” ne menem bir şey olduğunu göstermektedir.
Barış Çakan. Ankara da, gündüz ortasında onlarca kişinin arasında üç kişi tarafından kalbinden bıçaklanarak öldürüldü. İddialar değişik olsa da, olayın hemen ardından (trolleri saymıyoruz bile) önce devletin kolluk güçleri-Valilik-Bakanlık harekete geçerek, aile başta olmak üzere olaya tepki gösterenlere gözdağı vermeye çalıştılar, sonrasında ise, “Hukuk” adına yargı devreye girerek, tepki gösterenler hakkında takibat başlatılacağı yönünde açıklama yaptı ve sosyal medya da sürek avı başlatıldı.
Vekillerin tutuklanması. Türk hukuku dahil, tüm uluslararası yasa ve sözleşmeler tarafından güvence altına alınan parlamenter dokunulmazlık ve ifade özgülüğü, söz konusu Kürt parlamenterler olunca rafa kaldırılmış ve onlarca Kürt parlamenter (en son Leyala Güven ve Musa Farisoğlu) tutuklanarak cezaevlerine atılmıştır.
İnsanlık tarihinde yaşanan hiçbir savaşta cenazelere ve mezarlıklara dokunulmamıştır. Ölüm ve yas hakkı kutsaldır ve dokunulmazdır. Ancak Türk hukukunda Kürtlere bu hak bile tanınmamıştır-tanınmamaktadır; mezarlıkların parçalanması, yas hakkına dahi izin verilmeyerek, taziyelere saldırılması, kemiklerin kaldırımlara atılması (bakınız Garzan mezarlığından çıkarılan cenazelerin Kilyos mezarlığında kaldırıma atılması) rutin bir uygulama olarak olarak sürdürülmekte, yakınlarının akıbetini soran ailelere davalar açılmakta (bakınız cumartesi anneleri) ve bu meziyet olarak topluma-kamuoyuna yansıtılmaktadır
Daha onlarca-yüzlerce örnek gösterebiliriz, ancak bu örnekler bile göstermektedir ki, Kürt coğrafyasında uygulanan “hukuk” hukuk olmanın ötesinde, sömürge ideolojisi ve değerleriyle inşaa edilen bir şiddet aracı, rolü ve misyonu olarak uygulanmaktadır.
Kürt coğrafyasında, hukukun kendini üzerinde inşa ettiği şiddetle yüklü bu ideolojik muhteva sayesinde Türk devlet kurumları ayakta durabilmekte ve “meşrulaşabilmektedir”.
Hukukun “tarafsızlığı” ve “bağımsızlığı” iddiasını da bu gerçeğin ışığında değerlendirmek gerekir. Liberal şarlatanlık ve Türk ulus-devlet mottosu, mevcudiyetini bağlı olduğu bu yalanı sürdürmeye borçlu olsa da, Kürdistan da hayat ve hakikat bunun aksini söylemektedir.
Bilineni tekrar etmek yersiz bel ki, ama genelde hukuk, özelde de Türk ulus devletinin sahiplik ettiği “Hukuk” ideolojik muhtevası gereği ne tarafsız ve ne de bağımsızdır.
Aksine o, egemen iktidar ve devlet ideolojisinin bir parçasıdır; tarafıdır, uzantısıdır. Bu haliyle de Kürt toplumuna, Kürt toplum gerçeğine karşı bir şiddet aracıdır.
Belirtilmesi gereken bir diğer konu ise şudur:
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtler ve Kürdistan Türk hukuku içerisine alınmamıştır.
Hukuk açısından, Kürdistan var olmayan konumdadır. Kürtlerin varlığını kabule dair söylem ve değerlendirmeler, gerçek manada hukuki karşılığı olmayan söylem ve değerlendirmeler olarak görülmüş, bu biçimde değerlendirilmiştir.
Ancak ne hikmettir ki, Türk Ulus-devlet hukuku açısından Kürtler bir yandan teorik olarak “var olmayan” pozisyonunda tutulurken, diğer taraftan fiiliyatta “varlık bulan” olarak (devletin kendisiyle çelişmesi pahasına da olsa) her türlü yasaklamanın öznesi haline getirilmişlerdir. (“Var olmayan”ın varlık bulan) kültürü, müziği, edebiyatı, tarihi ve ulusal değerleri yasaklama konusu yapılabilmiş-yapılmaya devam edilmektedir.
Kürt ve Kürdistan hakkında söz söyleyenler, kalem oynatanlar öncelikle hukuk mengenesinden geçirilerek cendere altına alınmış, cezaevlerine tıkılmış, bu da yetmediğinde açlıkla terbiye edilmek istenmektedir. Türk “hukuk” sistemi Kürt’ün yaşam haklarını ellerinden alarak kendinden vazgeçiş dayatmakta, başkalaşıma uğratmak istemektedir. Kürt Varlığı ne kadar kendi doğasına aykırı düşer ve kendini yadsırsa Türk ulus-devleti için o kadar uygun ve biçimlenmeye hazır bir ham madde haline getirilmek istenmektedir. (bakınız, Ankara da öldürülen Kürt Genci Barış Çakan’ın babasına tehditler sonrası söyletilen cümleler)
Kürdistanlı olmak, hele ki Kürdistan kimliği taşımak, (siyasal-politik tutum olarak) Türk “hukuk” sistemi açısından suçlanmak için yeter de artmaktadır bile. Kürdistanlı ve Kürt olmak tümüyle hukuk dışı ilan edilmiş ve söz konusu “hukuk” halkın tepesinde demoklesin kılıcı gibi tutulmaktadır.
“Ne Yapmalı.?” Sorusunun Yanıtı, “Nasıl Yaşamalı” sorusunun cevaplanmasıyla mümkündür.
Öncelik olarak, adı geçen Türk “hukuk” sisteminin bu yüzünü Kürt halkı içerisinde teşhir etmek, bunu adım adım tecrite dönüştürmek, ilk akla gelen. Ancak bundan daha önemli olan ise, toplumu “hukuk” denen kandırmacadan kurtarmak ve toplumun ahlaki-politik alanını açacak, toplumu bu yönüyle nefes alabilir duruma getirmektir. Zira “Hak ve adaletle tüm bağlantılarına rağmen, hukuk’un esas işlevi devlet iktidarını daha da pekiştirip toplumsal alanı gittikçe daraltmaktır…. Toplumun sürekliliğini, beslenmesini ve korunmasını sağlayan kurallı yaşamı yerine ikame edilen hukuk’la bu imkan elinden alınmakta, toplum öz yönetimden ve politikadan yoksun kılınarak, devletin ve iktidarın üstten tek taraflı hazırlanmış hukukuyla kuşatılmaktadır…” (A. ÖCALAN)
İşte tam da bu nedenle, yani toplumun daraltılan bu özgürleşme alanı için dahi olsa, mevcut sömürgeci “hukuk” teşhir ve tecrit edilirken, kendi ahlaki ve politik alanımızı güçlendirecek adımlar atabilmeli, bunun kurumsallaşması için girişimlerde bulunabilmeliyiz.
Bu savununun bir tarafı toplumun kendisi iken, (toplumun kendi öz yönetim inşaası) bir diğer tarafı ise, (Hukukçu arkadaşlardan özür dileyerek söylüyorum-zira umarım bu bir akıl verme ve had aşımı olarak algılanmaz.) Kürt hukukçularıdır.
Kürt hukuk kurumları ve insanları, gerek uluslararası hukuk ve gerekse de, toplumun ahlaki-politik var oluşu nedeniyle bu konuda öncül rol ve görev almalıdırlar.
Bu savunuyu yapmak için illa da derin bir ideolojik- politik bilinçlenmenin özneleri, militanları olmamız gerekmiyor. İnsan olmak, kimliğinin farkında olmak, son 50 yıldır süren mücadele sonucu bu farkındalığı edindiğimizi, söz konusu Kürt kimliğinin çokça çekilen acılar ve yaratılan değerler sonucu elde edildiğini bilmek yeterli kıstas. Çünkü saldırı altına alınan, Kürt toplumsal varlığıdır, bir halkın dili, kültürü, siyaseti, sanatı ve her türlü yaratımıdır; insanın insan olma kapasitesidir. İnsanlığımızı korumamızın yolu ise, (öz)savunmadan geçmektedir.