Bugün yaşadığımız çoklu ve yıpratıcı krize egemen siyasetin bir çözüm üretemiyor oluşunu onun tarihsellikten kopuk, anakronik siyaset anlayışında aramalıyız. İktidarıyla, muhalefetiyle bu tarih dışılık adeta kendi tarihselliğine/toplumsallığına yönelik kronik bir yabancılaşmanın tekrarlanan tezahürü niteliğindedir. Sıkça dile getirilen ‘cumhuriyetin ikinci yüzyılı’ kelamı da birinci yüzyılın değişmezliğine olan inancın bu siyaset anlayışıyla tekrarlanmasından başka bir şey ifade etmiyor. Kurulmuş olana adeta tapınma ayinleriyle kendisini ifade eden egemen siyaset uydurduğu sistemlere de ‘Türk Tipi’ sıfatı ekleyerek bu tarih dışılığı ironik bir biçimde telafi etmeye çalışıyor.
Rejimin kurulmuş olana bağlı biçimlene geldiği yüzyıl boyunca tüm çoğulcu dinamiklere adeta savaş açan bir anlayışla yol alma çabası siyasi ve toplumsal kronik krizin başlıca nedeni olmuştur. Siyasi ve toplumsal barışı sağlamak yerine baskı ve şiddet yöntemleriyle çoğulculuğu tasfiye etme gayreti hala sürüyor. Bunun belki de en dramatik bölümünü son sekiz yıldır yaşıyoruz. Çözüm masasının devrilmesiyle Kürt meselesinin çözümünden kaçış manevrası ülkeyi çoğulcu bir toplumsallığı yok sayan neo-muhafazakâr tabanlı neo-faşist sistemin içine sürükledi. Kürt meselesinin çözümü en yalın haliyle aslında rejimin demokratikleşme süreci için giriş biletiydi; bileti yakanlar ülkeyi de yaktılar…
Bugün sistem kendisini Türk Tipi Başkanlık sistemi olarak tanımlıyor. Başkanlık sistemi diyememelerinin nedeni sistemin demokratikleşme yollarının tıkanmasına yönelik düşüncede saklıdır. Demokratik bir başkanlık sisteminin çoklu parlamentolara dayalı bir sistem olması vesayetçi otoriter sistem adına katlanılması olanaksız bir yapılanmadır. Çoğulcu bir toplumsallığı kabul etmeyen, ulus devlet ve sermaye modelinin tekçi sistem üzerinden yapılandıran devlet aklı özellikle yerel parlamentoların oluşumuna tahammülsüzdür. Bugünkü çarpık belediye sisteminde bile kayyum eliyle tasfiyeci anlayışını ortaya koyan bu sistemin demokratikleşmiş başkanlık sistemine, federatif, özerk çözümlere yönelik bir düşüncesinin olması beklenemez.
Merkezi vesayetçi anlayıştan kurtulamayan rejim sonunda otoriter şefçi bir sistemle yol almaya karar verdi. Bu karar ancak ve ancak savaş ve şiddet politikalarıyla ayakta durabilirdi, öyle de oluyor. Fakat rejimin bu hali sürdürülebilir değil. Hem ekonomik olarak hem de siyasi olarak krizin derinleşmesi bu sürdürülemezliği ortaya çıkarıyor. Ne yapmalı? Bu sorunun yanıtı egemen siyaset içinde üretilmeye başlandığında biz yeniden Türk Tipi çözümlerle karşılaşıyoruz. Türk Tipi başkanlık sisteminin restorasyonu ile bu sisteme alternatif olarak geliştirilen ‘Türk Tipi Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’. Sistemleri aynı çembere sokan başlarındaki sıfatlarıdır. Yüzyıldır süren kayıkçı kavgası aslında nasıl bir illüzyon sıkışması yaşadığımızı bize anlatıyor.
Başkanlık sisteminin demokratikleşmesi federatif bir gelişime bağlıysa, parlamenter sistemde demokratikleşme federatif bir anlayıştan yoksun olarak gelişebilir mi? Yaşadığımız toplumsallığın gerçekliğinden kopuk bir anlayışla bu soruya evet diyebilirsiniz. Buradan hareketle de parlamenter sistemin çarpık bir modelini demokratikleşme zırhıyla sunmanız mümkün, ama kronikleşmiş hiçbir soruna çözüm üretmeniz mümkün değil. Kürt meselesi başta olmak üzere yapısal sorunlara çözüm üretme vasfı olmayan bir metni ‘Demokratik Anayasa’ metni olarak sunmanız makyajlı bir otoriter sisteme öykünmeniz anlamına gelir. Bugünkü egemen muhalefetin sınırlarını anlamamız açısından altılı masanın anayasa metni oldukça önemli ve uyarıcı bir örnektir…
Egemen siyasetin bu hastalıklı halini aşma adına, yaşadığımız gerçekliğin farkında olarak yeni bir kurucu siyasetin inşası konusundaki mücadele deneyimlerini ve dinamiklerini üçüncü yolda buluşturmak önceliğimiz olmalı. Demokratik bir cumhuriyet için çoğulcu, seküler ve eşitlikçi bir zihinle, tüm meselelerimize çözüm üretmeye, yeni olanı inşa etmeye ısrarla devam etmeliyiz.