DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ile ‘süreci’ nasıl okuduklarını ve olası İmralı ziyaretini konuştuk:
Özgürlük-eşitlik vaat edecek misiniz? Demokratik cumhuriyet inşa edecek miyiz? Çürüyen, damlayan çatıyı onarıp altında mutlu eşit bir şekilde yaşayacak mıyız?” sorularını hem iktidara hem muhalefete hem de toplumda yaşayan seksen beş milyon insana sordurup, cevabını almaya çalışacağız
Nezahat Doğan
Türkiye’de bir tarafta İmralı’da tecrit devam ederken ve her gün yeni görüş yasakları gelirken, en son Van Bahçesaray’a uzanan belediyelere kayyımlar, siyasetçilere, gazetecilere, hak savunucularına da gözaltı ve tutuklama operasyonları sürüyor. Çözüm sözlerinin yanında baskıcı siyaset kafadaki soru işaretlerini artırıyor. Bu iki yönlü siyaset ve getirdiği tartışmaların nasıl bir yöne doğru evrileceği ise gündemin en başındaki soru olarak duruyor.
Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim tarihinde “Sözlerimin arkasındayım… DEM Parti’ye başvuru yapsın, Öcalan ile görüşsün,” açıklamasından sonra DEM Parti’nin Adalet Bakanlığı’na yaptığı görüşme başvurusuna ise henüz yanıt gelmedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahçeli’nin ezber bozan bir teklif ortaya koyduğunu söylemesi ve konuyu bütün yönleriyle ele alıyoruz demesi AKP ve MHP iktidarının ortak bir siyasi planla hareket ettiğine işaret ediyor.
Peki, önümüzdeki süreçte iktidarın politikaları nasıl şekillenecek? İktidarın baskısı daha mı artacak? İmralı’nın kapıları açılırsa ve DEM Heyeti giderse nasıl bir tarihi değişim ve dönüşümden bahsedebiliriz? İktidarın dış politika ve Ortadoğu’da sıkıştığı yerde bu görüşmelerden beklentisi ne olacak? Öcalan’ın devreye girmesinin koşulları ne? Tüm bu açıklamaları doğuran sebepler neler? Topluma ne mesaj verilmek isteniyor?
Yanıtların bileşkesi nasıl bir gelecekle karşı karşıya kalabileceğimize, önümüzdeki yolların ve seçeneklerin ne olduğuna dair önemli ipuçları verecek.
Biz de tüm bu soruların yanıtlarını, son gelişmeleri, önümüzdeki seçenekleri ve neler yapılması gerektiğini DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ile konuştuk…
- Hareketli bir süreçle karşı karşıyayız. PKK Lideri Abdullah Öcalan Kürt-Türk ilişkilerinin taşlarının konulduğu Sultan Sencer dönemine uzanan tarihsel sürece atıf yaparak bugün için bir örnek olarak tanımlıyor. Kürt-Türk ilişkilerinde nasıl bir tarihsel dönem benzeşmesi ve nasıl bir süreç değerlendirmesi yaparsınız?
Sayın Öcalan’ın çok önemsediği ve büyük önem verdiği Kürt-Türk ilişkilerinin demokratik bir zemine ve demokratik işleyişe kavuşması meselesini biz de çok arzuluyoruz. Maalesef günümüz siyaseti bunun çok uzağında. Oysa Sultan Sencer’den Alpaslan’a uzanan bir örnek var. Mustafa Kemal’in de Kurtuluş Savaşı’ndan önce gidip ilk görüştüğü kentler Kürt kentleri, Kürt kanaat önderleri, Kürt ileri gelenleridir. Aslında birlikte hareket edildiği zaman tarihin gidişatını nasıl değiştirdiğine dönük iyi örnekler var. Özellikle bugün Ortadoğu’da çatışma ve savaşların nereye evrilebileceğinin belli olmadığı, olumsuz etkilenme ihtimalinin de çok yüksek olduğu bir süreçte, yine geçmişte olanın güncellenerek demokratik bir zemine kavuşması yönündeki çağrılar çok önemlidir. Bu süreçte Türk ve Kürtlerin kendi aralarındaki demokratik ilişki ve işleyişin Ortadoğu’daki bu çatışmalı ve savaş sürecine önemli bir model olacağını, oradaki sorunun çözümüne de büyük katkı sunacağını düşünüyorum.
- Cumhuriyet’in Birinci Meclis döneminde Kürt otonom yasasının geçirilmiş olmasını hatırlarsak bugün Meclis nasıl bir yerde duruyor? Yine Birinci Meclis rolünü oynayabilir mi?
Mustafa Kemal ve Kürt ilişkisinin aslında doğru bir başlangıç ile sonuç aldığı ortaya çıkıyor. Bu durum bugünkü yaşamış olduğumuz coğrafyanın özgürleşmesini de sağladı. 1920’deki Kurucu Meclis’te neredeyse bütün renkler vardı ve bu çok kıymetliydi. 21 Anayasası da bunu tamamlıyor. Aslında başlarken bir yok sayma yoktu, birlikte yaşama iradesi vardı. 24 Anayasası’yla birlikte tekçi, tek kimliğe sıkıştıran, diğerlerini yok sayan bir pratik ortaya konulunca Türk-Kürt ilişkilerindeki bu durum bozuluyor. Tarihsel Türk-Kürt ittifakı inkâr ediliyor. Bu sefer ayaklanmalar ve bastırma hayata geçiyor. Bu nedenle ikinci yüz yıla girerken Türk-Kürt ittifakı güncellenmeli, demokratik bir karaktere kavuşmalı diyoruz.
- Devlet yapısında milliyetçilik ve İslam ideolojisiyle birlikte Türkçülüğün temel alınması Kürtleri yok sayma ve inkâr politikasını mı doğurdu?
Orada tam da dediğiniz gibi bir ulus-devlet mantığıyla yaklaşılıyor. Zaten önceki yüzyılın en büyük sorunu bu katı ulus-devlet anlayışıdır. Bir devlet kuruluyor ve onun içerisindeki bir ulus “hepiniz bensiniz, benim gibi olmak zorundasınız” diyor ve tekçiliği dayatıyor. Sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’daki en büyük sancı da budur. İşte Türkiye’de birçok renk bu biçimde solduruldu, tekleştirildi, Türkleştirildi ya da insanlar kendi kimliğini inkâr eder bir hale geldiler. Tabi Kürtlerin buradaki özellikleri çok farklı. En önemlisi Ortadoğu’nun kendi bağrından çıkmış ve kendi coğrafyasını hiç terk etmiyor. Medeniyet de görmüş, kendisini de yönetmiş bir halk.
- Dünya değişiyor ve Ortadoğu kilit bir yerde duruyor. Tarihsel süreç de göz önüne alındığında, Türkiye açısından devletler arası ilişkilerde nasıl bir sıkışmışlık var?
Türkiye aslında tarih, kültür, sanat, ekonomi gibi her anlamda ihraç etmeye uygun bir zemine sahip ama bu ihraçta anti demokratik uygulamaları, tekçi olanı, çıkarcı menfaatçi olanı ihraç etmeye çalışıyor. Arap dünyasının ve Ortadoğu halklarının Türkiye’ye karşı antipatisinin temel sebebi odur. İhraç ettiği şey hiçbir zaman halkların lehine ve yararına olmuyor. Bu coğrafya farklı ve renkli bir coğrafyadır. İnancı, yaşamı, sosyolojisi çok farklıdır. Oysa Türkiye bölgeye baskı ve tekçiliği ihraç etti. Kendi kimliğini, kültürünü, Türk-İslam anlayışını ihraç etmeye çalıştı. Sonuçta Türkiye’nin Ortadoğu’ya ihraç ettikleri oradaki konumunu ciddi bir şekilde sarstı. Ortadoğu’da siyasi, kültürel ve ekonomik etkileşimler elbette olmalı, ama bu zora ve asimilasyona dayalı olmamalı. Birbirini eş değer gören her etkileşim kıymetlidir, zenginlik üretir.
- Suriye’deki savaşın gelişmesinde bunun etkisi var mı?
Evet… En son savaşın ortaya çıkmasının sebebi “Şam’da Emevî camiinde namaz kılacağız” ile başlayan, rejim karşıtı güçleri besleyen bozucu bir ihraç çabası… Bu yaklaşımla Türkiye’nin hiçbir yerde dönüştürücü olma imkânı yok.
- Neden?
Çünkü kendisi tekçi, kendisi antidemokratik, kendinde ciddi ekonomik adaletsizlikler var, kadın kazanımları engelleniyor, eğitim sistemi model olmasına uygun değil, yarı Türkçü, yarı Osmanlıcı, yarı muhafazakâr… Her şeyden biraz var ama toplamında bu bir anlam taşımıyor. Resme baktığın zaman bir kimlik görünmüyor. O yüzden Türkiye’nin ekonomik ya da askerî açıdan ne kadar güçlü olursa olsun yıkıcılığı ihraç etme politikasında vazgeçmedikçe Ortadoğu’da şansı yok. Suriye meselesinde Türklerin bayrağına, kimliğine, kurumlarına dönük saldırılarda ilk silahı çekenler Türkiye’nin yıllardır orada beslediği, büyüttüğü, maaş ve lojistik destek verdiği güçlerdir. Niye? Çünkü güvenmiyorlar. Onun için Türkiye’nin öncelikle Ortadoğu’daki pozisyonunu değiştirmesi lazım. Bunu değiştirmesi için de önce kendi Kürt meselesini, toplumsal barışını demokratikleşmesini sağlaması gerekiyor. Türkiye ne kadar jeopolitik kurnazlık yaparsa yapsın, Kürt sorununu çözmeden bir sonuca ulaşamaz.
- Yıllardır tecride karşı yürütülen bir mücadele ve Abdullah Öcalan’a özgürlük girişimleri var. Diğer taraftan bu alanda yakın zamanda devlet kanadından, Devlet Bahçeli üzerinden ortaya konulan bir girişim var. Bu da kurnaz bir politika mı? Devlet kanadı içerde ve dışardaki sıkışmışlığını İmralı ile görüşmeler yapılması yoluyla geçiştirmek mi istiyor?
1 Ekim birilerinin iyi niyetiyle ortaya çıkmış bir durum değil… Birincisi; Türkiye politikalarıyla hem içerde hem de başta Ortadoğu’da olmak üzere dışarıda çok sıkıştı ve ciddi bir güvensizlik var. Çünkü hegemonik güçlere karşı ikircikli bir siyaset uyguluyor. Yer yer Asyacı oluyor, yer yer Rusya ve Çin ile bir şeyler yapmaya çalışıyor. İkincisi; Kürtler gerçekten Ortadoğu’da yaşamış oldukları bütün ülkelerde yok sayılmasına rağmen bir biçimde en dinamik ve en örgütlü güç olarak kaldılar. Bu çok önemli… Ortadoğu’da giderek güçlenen bir Kürt Jeopolitiği var. Üçüncüsü; bölgede savaş yaygınlaşırsa oranın en dinamik gücü olan Kürtlere ciddi bir zemin ve fırsat ortaya çıkabilir. “Bu durum bize nasıl yansır,” kaygısı da var. Dördüncüsü; bu kavgada kimse yenişemedi, bunu kabul etmek gerekiyor. Ne Kürtler bitti, tükendi, tasfiye oldu ne de devlet yıkıldı yenildi. Ama çatışma ve zemininden dolayı memleketin kendisi büyük zararlar gördü.
- Devlet Kürt sorununu bu çatışma zemininde ve silahlarla bitiremediği için son çare olarak barış ve demokrasi ya da müzakere ile bitirme noktasına mı geldi?
Belirttiğim gibi bir yenişememe durumu var. İki insan arasındaki kavgada da biri gitmiyorsa, kaçmıyorsa, karşılıklı olarak zarar görme söz konusuysa, insan durur, düşünür, “bu kavga ne getirdi?” diye. Bu durumun birçok sebebi olabilir; sorunu bitiremedi, ekonomisi, sosyolojisi, doğası ve her şeyi zehirlendi hem içerde hem dışarda rıza alamıyor, bölgesel güç olamadı, kendi sorunundan dolayı kimse ciddiye almıyor. Normalde Ortadoğu’da bir rol üslenebilirdi ama İsrail’in başka ülkelerin de işaret ettiği doğru. “Sen de Kürdü yok sayıyorsun” diyor.
- Suriye ile de bir çıkmaz var ve iktidar Esad’la da görüşemiyor. Tüm bu duruma karşı barışın kazanımları ne olur?
Esad ile görüşme imkânı olmadı, çünkü Suriye’nin bu hale gelmesinde o siyasetin, o zihniyetin, o anlayışın büyük etkileri var. Kürtlerle barışmak bir biçimiyle sadece Kürtlere değil aynı zamanda Türkiye’ye de kazandıracak bir siyasettir. Birincisi, hepimizin yüreğini yakan can kayıpları olmayacak, ikincisi, bu süreçte üç trilyon dolar savaşa gitti ve artık daha fazla para başka tarafa gitmeyecek, belki de paranın tamamı Türkiye zeminine akacak. Üçüncüsü kendi sorununu çözerek “ben modelim” deme olanağına kavuşacak. Üçüncüsü Kürt barışıyla birlikte Batı ile zedelenen, zayıflayan ilişkilerini tekrar güçlendirme imkânı olacak. Bütün bunların yanı sıra, -ben bu görüşe katılmasam da- iktidarın varlığını biraz daha sürdürmesi için fırsat olduğu görüşü var.
- İktidarın bu yeni yaklaşımının iktidarını sürdürme girişimi olduğuna katılmıyor musunuz? Neden?
Elbette iktidarın kendisine ait bir siyasi ajandası olabilir. Ama 1 Ekim ile başlayan bütün tartışmaların motivasyonunu buraya bağlamak eksik bir değerlendirme olur. Bölgesel gelişmelerden tutalım iç krizlere kadar birçok mesele yeni bir tartışmanın önünü açtı. Bir de anayasayı sadece bizimle değiştiremez. Çünkü dört yüz oyu geçmesi ve ana muhalefetin de katılması gerekiyor. Referandum için de yeni bir süreç başlatmasına gerek yok.
- Bu süreç ve politikada Erdoğan-Bahçeli ya da AKP-MHP arasında bir farklılaşma mı, yoksa ortaklaşma mı söz konusu? Siz nasıl okuyorsunuz?
Büyük fotoğrafta bir ortaklaşma var. Biraz önce saydığımız sebepleri iki parti de çok iyi görüyor. Bu tartışmalarda iki parti de aynı yerde duruyor ama söylem ve ifade etme biçiminde farklılıklar var. Renk farkı yok, yer yer ton farkı var. Kürt meselesi, durduk yerde Bahçeli’nin rol üstlenerek kendisini ortaya atacağı ölçekte bir sorun değil. Ekonomik, siyasal, sosyal, idari ve geniş çerçevesi olan çok büyük bir devlet meselesidir. Biz bütün konuşmalarımızda sadece iktidarı muhatap almıyoruz, devlet aklı diye bahsederken daha bütüncül bir resim çiziyoruz. Çünkü mesele gerçekten kapsamlı ve büyük bir mesele.
- Diğer taraftan bunun bir tasfiye süreci olduğuna dair yorum ve tartışmaları da var?
Geçen gün grup toplantısında da belirttim. Valla tasfiye süreci düşünülüyorsa mücadelemiz yine en görkemli bir biçimde olacak.
Zaten yıllardır tasfiye etmeye çalıştılar. Şimdi de tutuklanıyoruz, gözaltına alınıyoruz, kapatılıyoruz, milletvekili ve belediye başkanı içerde, gazeteciler, hak savunucuları gözaltına alınıp tutuklanıyor, iradeye kayyım atıyor; hali hazırda bunlar birer tasfiye pratikleri. Biz de şunu söylüyoruz; tasfiye çözümsüzlüğü derinleştirir, müzakere barışı getirir. Bin kere de tasfiye etmeye kalksalar bu örgütlü halk gerçeğini ortadan kaldırmaya kimsenin gücü yetmez. Bu bir kısır döngü. Bunu bırakın, çözüm ve müzakereye gelin diyoruz.
- İmralı’yla görüşme gündeme getirildi. Bu zemin hukuksal olarak oluşturuldu mu? Bir yol ve yöntem olduğuna dair bir bilginiz var mı?
Biz başvurumuzu yaptık. Başvuruda DEM Parti olarak görüşmek ve sürece katkı sunmak istiyoruz. Bu işin en önemli, en güçlü aktörü Sayın Öcalan’ın çözüm perspektifini merak ediyoruz. Ciddi bir yoğunlaşması olduğuna şüphemiz yok. Ortadoğu’yu en iyi takip eden, bu meseleye yoğunlaşması en üst seviyede olan bir aktör. Kapıyı açacak olan da iktidarın kendisi. Kapı açılır İmralı’ya gidilirse Sayın Öcalan’ın söylediklerine iktidar zemininin, buradaki halkların, kendi örgütünün ne diyeceği önümüzdeki günlerde cevap verilecek sorulardır. Ama ne olursa olsun, o kapının açılması ve o düşüncelerin dışarı yansımasının Türkiye toplumunun tamamına pozitif yansıyacağına inanıyorum. Bu tür süreçlerde Sayın Öcalan’ın da sıklıkla vurguladığı bir husus var, tarafların birbirine güvenmesinden çok güvencenin olması önemli. Olası bir sürece dönüştüğünde elbette hukuksal bir zemini olmalı.
- Kürtler ne istiyor?
Kürtler bu ülkenin asli kurucuları, bu kuruculuğa uygun demokratik haklarını istiyor. Defalarca belirttik bu ülkenin bayrağıyla, başkentiyle ve diliyle bir sorunumuz yok. Toprağa dayalı bir yönetim talebi yok. Ama ülkenin her tarafında uygulanacak güçlü bir yerel demokrasi Kürdün de talebidir. Kürtlerin kendi anadilleri ile konuştuğu, özgür olduğu demokratik bir Türkiye istiyoruz. Kürt, kendi dili, kimliği, kültürü, siyasi iradesi nedeniyle dışlanmadığı, eş değer kabul gördüğü bir Türkiye istiyor. Kürt de neden kendi anadilinde eğitim görmesin. Artık temel hakların pazarlık konusu edilmesi büyük bir ayıptır. Bu aslında artık bir kavga gerekçesi olmamalı. Demokratik bir devlette onu yaşatmak temel bir görev ve sorumluluk. Bizde demokrasinin en asgari unsurları dahi pazarlık aracı yapılıyor, kayyım atıyor sonra onu pazarlık aracı yapıyor. Halkın iradesine darbe vur, kayyımlarla baskı kur sonra onu pazarlık konusu yap. Bu kurnaz tüccar aklıdır.
- Kayyımlar bir pazarlık aracı mı? Kent uzlaşısıyla seçilen CHP belediyesine de kayyım atandı. İktidar, CHP’yi de kendi kurduğu oyun planının dışına itme, DEM ve CHP’yi, ya da muhalefeti ortak bir zeminden uzaklaştırıp ayrıştırma gayretinde mi?
Son birkaç seçimde iktidar ciddi kayıplar yaşadı. Son yerel seçimlerle birlikte bir değişim iradesi ortaya çıktı. Kent uzlaşısının bunda büyük payı var. İstanbul’da kimi ilçelerinde ve Türkiye’nin başka yerlerinde kentin kendi dinamiklerinin ortaya çıkardığı adaylar desteklendi ve kent uzlaşısının olduğu yerler açık ara kazandı. Tabi ki hedeflerden birinin bu uzlaşının ve iş birliğinin sekteye uğratılması olabilir. Güçlü bir muhalefet zaten her yönüyle zayıflayan bir iktidarı daha da zayıflatır. Kayyım atamalarıyla bunun engellenmesi de hedeflenmiş olabilir. Ama ne olursa olsun, biz en demokratik, en geniş uzlaşı ve ittifak arayışları içerisinde olan bir geleneğe sahibiz ve bu bizim temel ilkemizdir. Önümüzdeki döneme de toplumsal geniş mutabakatı arayacağız.
- Son gelişmelere kimi çevrelerde Kürtler kandırılacak, kandırılıyor diye bakılıyor. Kürtler kandırılabilir mi?
O tartışmaları hayretle izliyoruz. Kürtler dünyanın en örgütlü, en politik, olayları doğru okuyan halkıdır. Geçtiğimiz seçimlerde başta Siirt olmak üzere kaçak seçmen götürdüklerinde birkaç meydanda söyledim. “Bu sadece Siirt’teki insanları etkilemez, İstanbul’u da etkiler. Senin bu anti-demokratik, gaspçı uygulamalarına tepki olarak sana kaybettirir” dedim. Öyle de oldu. Böyle bir topluluk kandırılabilir mı?
- Geçmiş dönemde Bahçeli ve MHP sürecin karşısındaydı. CHP de içinde yer almadı ve net tutum ortaya koymadı. Şimdi durum farklı görünüyor. Diğer yandan Erdoğan geçmiş süreçten sonra Kürtlerin kendine güvenmeyeceğini düşündüğü için mi Bahçeli sözcü oldu?
Biz bu zeminin ilerlemesi için uğraşıyoruz. Öte yandan Kürt meselesinin çözümünde muhalefet Türkiye’de ilk defa çözümden yana böylesine bir çerçeve ortaya koyuyor. Dikkat edin birkaç tane marjinal parti dışında bu sürecin karşısında duran kimse yok. Birçok yere gidiyor ve toplantı yapıyoruz. Toplum gelişmeleri yakından ve dikkatle izliyor. “Bu kavga bitecek mi, biz kardeşçe bir arada yaşayacak mıyız?” diye umutlandı, heyecanlandı. Bence iktidar bunun okumasını yapıyor ve bu konuda onların olanakları çok daha fazla.
- Bu zamana yayma hali de bundan mı?
İktidarlar bir meseleyi en az tavizle, en az karşılıkla bitirmeye çalışır. Ama en önemlisi senin örgütlülüğün, gücün, sözün ve sözünün toplumda ne kadar destek bulduğu… İktidar ne düşünürse düşünsün, hangi amaçla başlatmış o olursa olsun, biz bu meseleyi daha doğru bir zemine çekmeye uğraşıyoruz. Toplumsal barışı örgütlemeye çalışıyoruz. Kürt meselesi sadece Kürtlerin meselesi değildir. Kürt meselesi seksen beş milyonun, ana muhalefetin ve muhalefet partilerinin, sol-sosyalist güçlerin en önemli meselesidir. Bu dönem en çok konuşması gerekenler de onlardır. Biz de bu ayakları doğru temelde, doğru söz ve doğru pratikle hayata geçirmeye uğraşıyoruz. Dört bir yanda siyasi partilerle, emek meslek örgütleriyle, insan hakları kurullarıyla, halkla, örgütümüzle buluşmalar yapıyoruz. Yalın bir şekilde ne yaşanıyorsa onu paylaşıyor, birlikte bir yol açmaya ve yol almaya çalışıyoruz. Biz halkı ve tabanıyla yol alan bir gelenekten geliyoruz; onlarsız bir söz alma, bir şey yapma durumuna asla girmeyiz.
- Sizin başvurunuzdan hemen sonra “DEM Parti’nin başvurusu kabul edildi, İmralı’ya görüşme izni çıktı,” haberleri servis edildi. Bir algı operasyonu ve manipülasyon yapılamaya, Dem Parti bir zemine çekilmeye mi çalışılıyor?
Biz DEM Parti adına başvurduk, bu konuda bir şeyler yazıldı çizildi, muhtemelen önümüzdeki günler netleşir. Bu kadar tartışma yürütülüyorsa muhtemelen o kapı açılır. Böylesine güçlü bir talep de var. İkincisi tabi ki ihtiyatlı yaklaşacağız. Türkiye’nin yüzyıllık en büyük sorunu sadece burayla sınırlı da değil, çözümünün Ortadoğu coğrafyasını da olumlu anlamda etkileyeceği bir mesele. Burada söz kurarken, açıklarken, yürürken süzgeçten geçirerek adım atıyoruz. Bu konuda DEM Parti doğru bir yerde duruyor, onarıcı, büyütücü bir zemin açmaya çalışıyor.
- Biraz daha somutlaştırır mısınız? DEM Parti bu süreçte neler yapıyor?
Öneriler getiriyor, projeler sunuyor, muhalefete “Sen ne düşünüyorsun?” diyor, iktidarın elini açık etmeye çalışıyoruz. Her grup toplantısında “Kürt sorunu nedir, biz ne talep ediyoruz?” sorularının cevabını veriyoruz. Grup toplantısında, “Eşitlik- özgürlük üzerine kurulu bir Türkiyeli kimliğine varız” açıklaması yaptık. Bugüne kadar bundan daha net, Kürtlerin ve Türkiye halklarının talebini ifade eden bir cümle kurulmadı. Bununla beraber “Siz ne diyorsunuz? Özgürlük vaat edecek misiniz, eşitlik vaat edecek misiniz? Demokratik cumhuriyet inşa edecek miyiz? Çürüyen, damlayan çatıyı onarıp altında mutlu eşit bir şekilde yaşayacak mıyız?” sorularını hem iktidara hem muhalefete hem de toplumda yaşayan seksen beş milyon insana sordurup, cevabını almaya çalışacağız.
- Partiniz olası bir sürece hazır mı?
40 yıllık bir siyasi geleneğimiz var. Nice badirelerden geçtik, örgütlü bir aklımız var. Ama asla rehavate kapılmayacağız. Her zaman önceliğimizi örgütümüzü, örgütlüğümüzü büyütmek olacak. Örgütü güçlü olanın ancak barışı güçlü olur. Parti, halk ve örgüt olarak güçlü isek onurlu ve güçlü bir barışı da kurarız. Ama zayıf kalırsanız, örgütünüz dağınık olursa, toplumsal olarak genişlemezseniz olası bir süreçte eliniz de zayıf kalır. Kendimize güveniyoruz, müzakereye de mücadeleye de hazırız.
- Ömer Öcalan’ın görüşmesi sonrası PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın topluma yansıyan mesajı önemli etki yarattı. Ama başka neler söylediği de merak edildi. İki saatte neler konuşulmuş?
4 yıla yakın süreden sonra Ömer vekilimizin aktarımlarından şahsen büyük moral ve umut aldım. Orada ne olup bittiğini hepimiz merak ediyorduk, birçok spekülasyon yapılıyordu. 25 yıldır tecride tabi tutulan, hücrede yaşayan bir insanın bu kadar umutlu ve dinamik olması, kısıtlı olanaklarla meselelere bu kadar hâkim bulunması çok değerlidir. Çok disiplinli bir çalışma tarzından; uyku saatinden oturmaya ve okumaya kadar dakik çalışan bir durumdan bahsetti Ömer vekilimiz.
- Karl Marx ile ilgili başka yoğunlaşmaları da mı varmış…
Evet. Dünyada sol-sosyalist hareket bir arayış ve tıkanma içerisinde. Kapitalizm de ciddi bir kriz yaşıyor ama alternatifi olmadığı için bir biçimiyle kendisini yamalayarak, onararak ömrünü uzatmaya çalışıyor. Alternatif sistem arayışının bu kadar önemli olduğu noktada, oradan sadece Kürt sorununa kapanmayan, geniş, bölgeselin ötesinde global bir açılımın geleceğini zaten biliyorduk. Fiziki olarak, moral ve motivasyon olarak güçlü olması da beni umutlandırdı. 89-90 yıllarında reel sosyalizm eleştirisini en doğru tarif edenlerdendi. “Birisi bireyi sisteme kurban ediyor, sistemi kutsuyor, herkesi araç olarak görüyor, özgürlük yok. Birisi de bireysel özgürlük adı altında insanlığı, tarihi, kültürü coğrafyayı yok sayıyor, çarpık bir bireysel özgürlük ile umudu, emeği, geleceği, adaleti, eşitliği, özgürlüğü ekarte ediyor. Biz ikisi de değiliz” diyordu. “Biz ne bireyi kurban eden bir sistemden ne de boş bir bireysel özgürlükten bahsediyoruz. Bu bireylerin eşit ve özgür olduğu, sistemin de onlara hizmet ettiği, bir mekanizmadır” diyordu. Bu görüşmede de Marx’ın yazamadığı son çalışmasına yoğunlaşıyor, “Yakın zamanda onu kitaplaştıracağım” diyor.
- Bu ne anlama geliyor?
Marx, ne yazık ki ekonomiye sıkıştırılıyor. Oysa kendisi sadece ekonomi üzerinde yazmadı. Felsefe, tarih, sosyoloji vs. olarak tarif edilebilecek alanlarda da kitaplar yazdı. Hatta kendisinin kafasında Kapital’i de içeren çok daha büyük bir eser yazma fikri vardı. Ancak ömrü yetmedi. Dolayısıyla Marx’ı ekonomiden ibaret saymak haksızlık. Aynı şekilde Sayın Öcalan’ı da Kürt sorununa ve Kürdistan’a da sıkıştırmak çok büyük haksızlık!
Derdi sadece Kürt olmayan, sadece Ortadoğu olmayan, derdi global dünya olan, hiç tanımadığımız yerlerdeki ezilen, emekçi insanların mutlu ve refah içerisinde yaşayacağı bir zemin, bir sistem arayışı olan bir insanın varlığı bana büyük moral ve umut veriyor. Onun için Sayın Öcalan’ı değerlendirirken çok sığ, dar, Kürt’e sıkıştırılan, bölgeye sıkıştırılan bir yaklaşımla bakmamak gerekiyor. Tüm halkları, dünyayı okuyan bir sistem düşünen insan… Burada kıymeti bilinmiyor ama dünyanın birçok yerinde Sayın Öcalan’ın savunmaları doktora tez konusu oluyor ve ders olarak okutuluyor. Böylesine bir dehanın böylesine bir kapsayıcılığa, niteliğe ve kimliğe sahip, millete sığmayan, global, tüm insanlık lehine uğraşan insanın yeri İmralı değil, tecrit hiç değil… Onun düşüncesinden yararlanmak, faydalanmak, bu ülkenin katkısına sunmak varken Türkiye’nin en büyük yanlışı budur.
- Türkiye şimdi Abdullah Öcalan’ın perspektifinden, çözümlemelerinden ve birikimlerinden faydalanma noktasına mı geldi?
Bu yönde olmasını canı gönülden umuyorum. Ortadoğu sahasını avucunun içi gibi bilen, teorik ve pratik gücü oldukça yüksek kapasiteye sahip birinden feyz almamak ciddi bir eksiklik olur. Tecridin halen devam ediyor oluşu bu gerçekliğe ters düşüyor.
Diğer bir konu ise parti kimliğimin dışında bir şey ifade edeyim. Kendi adıma bu tartışmalar hiçbir şeydir, bir tasfiyedir, bir bütünen yeniden seçilme aracıdır demiyorum. Bu çok sığ olur, onları içerdiği bazı başlıklar olsa dahi böyle bir şey demem. Ama bu bir çözüm sürecine dönüşeceğini şimdiden söylemek erken.
- Ne diyorsunuz o zaman?
Temkinli, ihtiyatlı ama iyimserlikten uzaklaşmayan bir anlayışla, bu gelişmelerin bir zemine dönüşmesi için de partim ve arkadaşlarımızla birlikte çalışıyoruz. Toplumu ikna edemediği sürece bir şeyin ne kadar doğru söylendiğinin önemi yok. Toplumu ikna ederken, örnek olarak en başta on yedi milyon emekliye, “bu savaş bu çatışma devam ettiği için sen on iki bin lirayla geçiniyorsun, senin hakkın daha fazla, asgari ücretin artmamasının sebebi de bu çatışmalardır,” gerçeğini anlatmak gerekiyor. Bunları anlatabilirsek Sayın Öcalan daha iyi anlaşılabilir. Bunları anlatabilirsek Sayın Öcalan okuması daha kapsayıcı olabilir. Ama sistem klasik, sıradan, isyan etmiş, cezaevinde olan bir birey tarifi çiziyor ve böyle bir algı yaratıyor. Kesinlikle öyle değil…
- Çözümden yana adımları somur verilerle aktardınız… Peki İmralı’ya gazeteciler de gitmek istiyor?
Tabi ki gitmeli, röportajlar yapılmalı, bence bunun önü açılmalıdır, umarım öyle de olur. Bu görüşmeye her şeyi yükleyemiyoruz, çünkü ilk görüşmede ne olur ne denir bilmiyorum. Ömer Öcalan biraz siyasi, biraz aile bireyi olduğu için haklı olarak onun üzerinden ancak bu kadar söylenilirdi, o başkaydı. Ama şimdi resmi siyasi bir heyet gidecekse, siyasi meseleler konuşulacak, siyasi mesajlar verilecek, siyaset yapılacak; çeşitli değerlendirme ve önermelerde olabilir diye düşünebiliriz. Bunu göreceğiz. Muhtemelen o gidiş ve gelişten sonra farklı bir Türkiye, farklı tartışmalar, farklı bir gündemle karşı karşıya kalabiliriz. Hepimizin üzerinde yoğun tartışacağımız mesajların çıkma ihtimali olabilir. Ben öyle bekliyorum.
- PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın da siyasette ve mecliste DEM Parti’ye atfettiği sorumluluklar olduğu yansıdı. Kürt meselesinin demokratik, anayasal, yasal çözümünde DEM Parti’nin bundan sonraki dönemde siyaset yapma biçimi, yolu ve yöntemi ne olacak?
DEM Parti, bu meselenin siyasi tartışmalarla devam etmesinin çok önemli bir zeminidir. DEM Parti birçok meseleyle de ilgileniyor. Biz direniyoruz, sistemin açmaya çalıştığı gedikleri onarıyoruz; yönetim gidiyor, kongre yapıyoruz; baskı oluyor, ziyaret yapıyoruz; zemine güçlü bir şekilde söz olarak, söylem olarak, pratik olarak yansımaya çalışıyoruz. Önümüzdeki dönemde Meclis zemininde doğru, demokratik bir muhalefet yaparken diğer bir ayağımız güçlü bir örgütlenme yaratmak olacak. Üçüncü ayağımız ise güçlü ittifaklarla güçlü bir demokratik zemin oluşturmak; muhalefet partileriyle Türkiye’nin ortaklaştığımız meseleleri konusunda iktidarı daha çözüme odaklı bir noktaya getirmektir.
Derdimiz onurlu barıştır
Tuncer Bakırhan’ın derdi nedir?
Benim tek bir derdim var; Türkiye’nin demokratikleştiği, Kürt meselesinin çözüldüğü yerde, huzurlu yaşamak, yaşamın diğer alanlarında normalleşmektir. Normal yurttaşlar olarak demokratik bir zeminde yaşadığımız bir Türkiye istiyoruz. Derdim bu topraklara barışın gelmesidir. Derdimiz onurlu barıştır.