PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın piyon Kürdü aktör haline getirip, özgür iradeli Kürtlüğü yaratmak istediği için uluslararası komplonun hedefi olduğunu söyleyen avukat Emran Emekçi, ancak Öcalan’ın tüm hesapları boşa çıkardığını söyledi
Sinan Kaplan – Önder Akbulut
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın uluslararası bir komplo ile 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinin üzerinden 23 yıl geçti. Öcalan şahsında Kürt halkına yönelik yapılan bu komplo 23 yıldır birçok eylem ve etkinlikle protesto edilirken, 15 Şubat “Kara Gün” olarak ilan edildi. İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde bulunan Öcalan, o günden bu yana “benzersiz bir tecrit” altında tutuluyor. İmralı’daki durumu için, “Ben NATO’nun esiriyim. Türkiye’ye burada sadece gardiyanlık rolü verildi” şeklinde yorumlayan Öcalan, 23 yıldır tecride karşı direniyor.
Komplonun yıl dönümünde Asrın Hukuk Bürosu avukatı Emran Emekçi, sorularımızı yanıtladı.
- PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın uluslararası bir komplo ile Türkiye’ye getirilmesinin üzerinden 23 yıl geçti. Elbette birçok nedeni ve boyutu var ama müvekkilinize yönelik bu komplonun yapılmasının temel nedeni nedir?
Temel nedeni Kürt gerçekliği ve Kürtlere biçilen kaderdir. 20. yüzyılın başlarında Ortadoğu haritasını cetvelle çizerek onlarca ulus-devlete bölen dönemin hegemonik güçleri, aynı zamanda Kürtleri statüsüz bırakma, parçalayıp dört ulus-devlet içinde fiziki ve kültürel (Araplaştırılma, Türkleştirilme ve Farslaştırılma) soykırımla tarihten silinme gibi ölümcül bir kadere terk etmişti. Öcalan bu ölümcül kaderi özgürlük lehine değiştirmek istedi ama bu durum işlerine gelmiyordu, ezberlerini bozuyordu. Öcalan’ın Suriye’den çıktıktan sonra Avrupa’yı tercih etmesinin nedeni Kürt sorununun Türkiye ile demokratik siyasi çözümüne uluslararası destek sağlamak içindi.
Öcalan piyon Kürdü aktör haline getirmek istedi, özgür iradeli Kürtlüğü yaratarak diğer halklarla özgür eşit gönüllü demokratik birlik temelinde ilgili devlet ve hükümetlerle demokratik anayasal çözüme gitmek istedi. Bu durum ellerindeki kullanım malzemesini, yani piyon Kürdü alıyordu. Onların derdi çözüm değil çözümsüzlüktü, çünkü çözümsüzlükten nemalanıyorlardı. Londra merkezli olan bu çözümsüzlük politikasının kökeni 1921 Kahire Konferansı’na dek uzanır. O dönem İngiltere’nin öncülük ettiği bu konferansta Kürt meselesinin çözümsüz bırakılarak dört ulus-devlete (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) karşı devamlı bir sorun ve terbiye sopası olarak kullanılması kararlaştırılır. Yine o dönem Suriye ve Irak Kürtleri de Misak-ı Milli’ye dâhildi. Ancak İngiltere politikaları nedeniyle Misak-ı Milli’den verilen tavizlerle Türkiye Lozan sürecinde “Al Musul-Kerkük’ü ver Kürtleri” gizli anlaşmasına razı edildi. Cumhuriyet bu temelde tanındı ama bu aynı zamanda Cumhuriyet’in temeline etkileri günümüze kadar süren Kürt meselesinin çözümsüzlüğünü yerleştirip sürekli bir kriz halinde kendilerine bağımlı kılma politikasıydı. 1945’lerden sonra ABD aynı politikayı devralarak sürdürdü.
Türkiye sadece gardiyandır
- Bu komplo için ilk defa iki kutuplu dünya (ABD-Rusya) hem fikir mi oldu?
Hemfikir olmaktan ziyade o dönem (9 Ekim 1998-15 Şubat 1999) farklı bir Rusya gerçeği söz konusudur. Bilindiği üzere Sovyetler Birliği’nin dağılması ve reel sosyalizmin çöküşünün resmen ilan edilmesi 1989-90’lara tekabül etmektedir. 1990 sonrası Rusya’sı kapitalizme doludizgin koşan ve ABD imparatorluğuna teslim olmuş bir Rusya’dır. Yani Öcalan’ın Rusya’ya gittiği dönem artık dünya iki kutuplu olmaktan çıkmış, ABD’nin dünya imparatorluğunu ilan ettiği dönemdir. Öcalan bunun farkındadır ama Rusya seçeneğinin denenmesi gerektiğini düşünüyordu, denenmeden anlaşılamazdı. Nitekim 9 Ekim 1998 günü vardığı Yunanistan’da zorla sınır dışı edilmek üzereyken Rusya’ya gittiğinde Duma’nın neredeyse oybirliği ile aldığı siyasi sığınma talebini kabul eden kararını tanımayanlar Yeltsin ve Primakov’du. Milyonlarca insanın emeği ile yaratılan koskoca Sovyet sistemini satanlar, Öcalan’ı da pazarlık konusu yapmıştı. ABD’nin milyonlarca dolarlık IMF kredisi ve Türkiye’nin Mavi Akım Projesi teklifi karşılığında Duma kararını bile uygulamadılar. Çıkar karşılığında Öcalan’ın ülkelerinden çıkmasını istemeleri, çıkmazsa sınır dışı edileceğini bildirmeleri, para için satmayacakları hiçbir değerin kalmadığını ortaya çıkardı.
- Müvekkiliniz ‘Ben NATO’nun esiriyim. Türkiye’ye burada sadece gardiyanlık rolü verildi’ derken uluslararası komplodaki Türkiye’nin rolü için ne ifade etmek istedi?
Aslında komplo sadece Öcalan’a değil, Türkiye’ye de yapılmıştı. Dönemin başbakanı Ecevit’in bir gazeteciye verdiği röportajda “ABD Öcalan’ı bize neden teslim etti hâlâ anlamış değilim” sözleri durumu özetlemektedir. Türkiye’nin uluslararası komplo ile somut ilişkisi 4 Şubat 1999’da Ankara’ya gelen CIA heyetinin MİT ile görüşmesi ile başlar. O tarihte yapılan gizli protokol ile Türkiye’nin rolü, İmralı Cezaevi’nin boşaltılarak tek tutuklusu Öcalan olacak şekilde yeniden inşası ve bir operasyon ekibinin hazırlanarak Nairobi Havaalanı’nda sadece Öcalan’ı teslim almak olarak belirlenmiştir. Yani anılan gizli protokol ile Türkiye’ye bir nevi gardiyanlık rolü verilmiştir. Ancak Öcalan’ın İmralı duruşu ve direnişiyle tüm hesaplar boşa çıkarılmıştır.
Her şey komploya göre ayarlı
- Yargılamaya gelecek olursak; İmralı Cezaevi’nin kurulması, kısa süren yargılama, İmralı’da bugüne kadar yaşanan ‘anormal hukukları’ kısaca sıralayacak olursanız ne ifade etmek istersiniz?
Uluslararası komplo ve korsanca kaçırma üzerine kurulu İmralı Cezaevi’ne normal bir cezaevi olarak bakmamak gerekir. Dediğimiz gibi Türkiye yasalarına göre kurulmuş bir cezaevi değil, 04 Şubat 1999 tarihli MİT-CIA gizli protokolüne dayalı olarak kurulmuş bir cezaevidir. Bu temelde 4 Şubat’ta inşa edilen İmralı tek kişilik ada cezaevi daha önce yarı açık cezaevi statüsündeyken, anılan gizli anlaşmayla Öcalan için boşaltılarak tek kişilik bir ada cezaevi haline getirildi. O dönem mevzuatına göre bir cezaevinin statüsü ancak Adalet Bakanlığı’nın kararı ile değiştirilebileceği halde, Bakanlığın bu konuda resmi gazetede yayınlanmış bir kararı da yoktur. Son tahlilde İmralı tek kişilik ada cezaevi Türkiye mevzuatına göre değil, 4 Şubat’ta MİT-CIA arasındaki gizli protokole göre kurulmuş hukuk ve yasa dışı bir cezaevidir. Öcalan 16 Şubat 1999 günü böyle bir cezaevine konulur.
Bu tarihten itibaren de özel güvenlik önlemleri gerektiren bu cezaevinin statüsü ve yönetimi de anayasa ve yasalara aykırı Bakanlar Kurulu kararıyla kabul edilen Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’ne dayandırıldı. Bu temelde Öcalan’a ait tüm işlem ve düzenlemeler, hazırlık ve yargılama süreci Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin yetki ve sorumluluğu altında yürütüldü. Öyle ki anılan yönetmeliğin kendi içeriğinde bile bir yargılamanın kriz hali hükümleri ile yönetileceğine dair bir düzenleme de yoktu. Yine bu yönetmeliğin dayandığı bir yasa olmadığı gibi, mevcut anayasada da bu yönde bir hüküm olmadığı halde, kriz haline ilişkin anayasa ve yasaya dayanmayan olağanüstü yönetim mercileri ve usulleri, Öcalan’a özgü fiili uygulamaya dayanak yapıldı. Kriz Merkezi’nin yazılı olmayan kararları, anayasa ve yasaların yerine geçirildi. Kısacası Öcalan’ın soruşturma ve yargılama süreci, savcının ve mahkemenin bilgisi ve kararı dışında tamamen anayasa ve yasaya dayanmayan Başbakanlık Kriz Merkezi’nin istemi doğrultusunda yönlendirildi.
Mahkemelerin yetki, görev ve dava nakli konusundaki yasaları bile hiçe sayılarak yargılamanın tek sanıklı olarak İmralı Adası’nda yapılması kararını veren de yine bu kriz merkezi oldu. Yer itibariyle davaya bakma yetkisi, Ankara DGM’de olmadığı halde yazılı olmayan bir kararla davaya bakma yetkisi Ankara DGM’ye verildi. Yine yetkisiz olduğu halde Ankara DGM’de başlatılan yargılama yasada yeri olmadığı halde buradan Bursa sınırları içinde olan İmralı Adası’na nakledildi. Özcesi yargılamanın İmralı’da görülmesi ve Öcalan’ın yargı çevresi dışında bir ceza ve tutukevinde tutulmasının da hiçbir yasal dayanağı yoktu.
Yargılama da usulsüzdü
İmralı duruşmalarına da 31 Mayıs 1999 tarihinde, Öcalan’ın oldukça kapsamlı iddianame ve eklerini incelemesine olanak tanınmadan başlandı. Savunma avukatları saldırıya uğradı, linç edilmek istendi. Öte yandan davaya önce devlet, sonra medya, dışarıdan müdahale ederek yargıyı da baskı altına aldı. Duruşma salonu bayrak ve müdahil ailelerin resimleri ile doldurularak, duruşma salonu da etki altına alındı, mahkeme kuralları hiçe sayıldı, mahkeme heyeti de bunlara engel olmadı. Talepte bulunan herkesi müdahil olarak kabul etti. Duruşmaya sadece TRT ve AA’nın çekim yapmasına izin verilerek diğer basın-yayın organlarına izin verilmedi. Bu koşullar altında oldukça kısa bir ay içinde olağanüstü, hızlı ve savunma hakkının fiilen işlevsiz hale getirildiği adil olmayan bir yargılama sonucunda 29 Haziran 1999 tarihinde Öcalan hakkında ölüm cezası verildi, temyiz edilen bu karar Yargıtay’ca onandı.
Her ne kadar 03 Ağustos 2002 tarih ve 4771 sayılı yasa 1/A maddesi ile idam cezası kaldırılarak müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülse de aynı yasanın 1/B maddesi ile Öcalan’a mevcut iç hukukun uygulanmayacağı, yeni bir infaz rejiminin (Şartla tahliye hakkının olmadığı ‘Ölünceye Kadar Ağırlaştırılmış Müebbet İnfaz Rejimi’) uygulanacağı açıkça ilan edildi. Ardından Türkiye’nin bütün infaz hukuku ve ceza hukuku sistemini buna göre yeniden düzenlendi.
- Uluslararası komplo tecrit ile hâlâ devam mı ediyor?
Uluslararası hukuk ve iç yasaların Öcalan’a uygulanmamasının mutlak tecrit tarzında sürdürülmesi, yirmi üç yıllık hukuk ve yasa dışılık zincirinin en üst düzeye vardırıldığını ortaya koymaktadır. Ne hukuken ne ahlaken ne de vicdanen kabul edilemez bir durum söz konusu olduğu halde, Türkiye devleti kendi yasalarını, CPT ve Avrupa Konseyi tavsiyelerini uygulamamakla, AİHM ise bu yönlü toplu tecrit başvurusunu zamana yayarak sekiz yıldır karara bağlamamakla uluslararası komployu devam ettirmektedir. Öcalan’ın en son kesintiye uğratılan 25 Mart 2021 tarihli üç dakikalık aile telefon görüşmesinde de tek istediği kendisine de herkes gibi uluslararası hukuk ve iç hukukun tanıdığı tüm haklarının (aile, avukat, hukuki yardım, savunma, haberleşme, iletişim vd.) bir bütün olarak uygulanmasıdır. Öyle ki Öcalan’a hukuk ve yasaların uygulanmaması beraberinde diğer AİHM kararlarının da uygulanmamasını getirmiş, tecrit adeta tüm Türkiye genelinde bir yönetim tekniği haline getirilmiştir. Hukuk ve yasa dışı İmralı istisna rejimi, giderek Tüm Türkiye’yi keyfi bir istisna rejimi haline getirmiştir. Öcalan’a tanınmayan hukuk tüm ülke genelinde yaygınlaşan hukuksuzluğa dönüşmüştür.
Benzersiz bir sistem
- İmralı Cezaevi koşullarına gelecek olursak. Nelson Mandela’nın kaldığı Robben Adası da dâhil olmak üzere dünyada tecridi İmralı açısından değerlendirirsek ne gibi benzerlikler var? İmralı’daki bu tecrit dünyada bir ilk mi?
Elbette benzerlikler vardır, ada cezaevleri olması benzerdir ama tecrit uygulamaları bakımından İmralı tecrit sistemi benzersizdir. Özellikle Nisan 2015 yılından bu yana uygulanan mutlak tecrit bakımından bir ilktir. Tarihte ve günümüzde hiçbir yerde bir mahpusun dış dünya ile irtibatı haberleşme de dâhil tümüyle kesilmemiştir. Öcalan aile ve avukatlarıyla görüşemiyor, telefonla haberleşme, mektup, faks, iletişim, yazışma dâhil uluslararası hukuk ve iç hukuktan kaynaklı hiçbir hakkını kullanamamaktadır. 2015 yılı Nisan’ından itibaren yedi yıldır Öcalan, sadece istisnai iki üç aile ve beş avukat görüşmesi yapabilmiştir. Böylece uygulamada aile ve avukat görüşmeleri istisna, yasaklama ise kural haline getirilmiştir. Yine istisnai olarak gerçekleşen 25 Mart 2021 tarihli kardeşi ile telefon görüşmesi de daha üçüncü dakikasında kesilmiştir. O günden bu yana Öcalan’dan haber dahi alınamamaktadır. Öcalan’a uygulanan mutlak tecrit, yaklaşık bir yılı bulan haber alamama hali ile birlikte değerlendirildiğinde idam cezasının başka bir uygulama biçimi olmaktadır. Normal idam cezası uygulamasında asılmak suretiyle üç-beş dakika içinde kişinin dış dünya ile bağı koparılırken, Öcalan’a uygulanan yöntem ise bu üç-beş dakikalık sürecin zamana yayılı olarak gerçekleştirilmesi olmaktadır. Haber alamama dâhil dış dünya ile tüm bağının koparılmasının başka tür izahı olamaz. Bu uygulamanın tarihte ve günümüzde başka bir örneği yoktur, Öcalan’a özgü keyfi hukuk ve yasa dışı bir uygulamadır.