Türk Tabipleri Birliği (TTB), geçtiğimiz hafta “Şiddetsiz Bir Sağlık Ortamında Emeğimizin Karşılığını Alarak Hekimlik Yapmak İstiyoruz!” başlıklı bir deklarasyon yayımladı. Deklarasyonla birlikte, 17 Nisan’a kadar sürecek bir de eylem takvimi açıkladı.
Deklarasyon ve eylemler, hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik giderek artan şiddete dikkat çekmeyi ve sağlık ortamında şiddete neden olan koşulların ortadan kaldırılması için hükümeti ve ilgili kurumları uyarmayı amaçlıyor. 15 Mart’ta Ankara’da yapılacak bir mitingin de yer aldığı eylem takvimi, Dr. Ersin Arslan’ın öldürülme yıl dönümü olan 17 Nisan Cuma günü, sağlıkta şiddeti engelleme talebiyle Türkiye’deki tüm sağlık kurumlarında yapılacak “iş bırakma eylemi”yle sona erecek.
CHP Bilim Platformu’nun Aralık 2019 tarihli sağlıkta şiddeti içeren -nedense (!) çoğunluğun haberinin olmadığı- raporunda yer alan veriler, TTB’nin eylemlerinin ve bu deklarasyonu yayımlamasının haklılığını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Rapora göre:
“Türkiye’de her gün ortalama 40 sağlık çalışanı şiddete maruz kalmış; 2005-2019 yılları arasında 9 hekim görevi başında öldürülmüş, son 7 yılda 90 bini aşkın sağlık çalışanı şiddete uğradığını bildirmiş, 2015-2017 yılları arasında 431 sağlık çalışanı intihar etmiş…”
TTB, yalnızca hekimlerin çıkarlarını savunmanın ötesinde, sağlık sistemini ve sağlık sisteminde yaşanan dönüşümü “toplumcu hekimlik” anlayışıyla değerlendiren, buna karşı mücadele eden bir meslek örgütü. Bu bağlamda sağlık ortamındaki şiddetin “güvenlikçi bir yaklaşım”la çözülmeyeceğinin bilinciyle, “şiddete neden olan koşulların ortadan kaldırılarak güvenli bir sağlık ortamının oluşturulması” için mücadele yürütür.
Deklarasyonda yer alan şu cümlede de ifade edildiği gibi TTB, sağlıkta şiddetin sorumlusu olarak hükümeti ve uyguladığı politikaları görmektedir: “Ülkemizi sarsan ekonomik krizin yoksullaştırıcı, işsizliği derinleştirici etkisini ve bu krize yol açan politikaların sahibi iktidarın sorumluluktan sıyrılıp, hizmetlerdeki aksamaları çalışanlara yıkma alışkanlığını hesaba kattığımızda; önümüzdeki dönem sağlık ortamında sorunların çığ gibi büyüyeceğini ve şiddette artış olacağını görüyoruz.” Toplumda eşitsizlikleri artması, geniş kitlelerin yoksullaşması, işsiz kalması, güvencesizleşmesi, kısacası ekonomideki krizlerin “toplumsal krizler” haline dönüşmesinde AKP hükümetlerinin 17 yıldır “sadakatle” uyguladığı neoliberal politikaların payı büyüktür. Bu politikalarla, önce sağlığa ayrılan kaynak azaltılmış (sosyal devletin gereği olarak sosyal güvenlik kurumu ve kamu bütçesinden finanse ediliyordu); ardından sağlıkta dönüşüm adıyla uygulamaya konulan politikalarla birlikte sağlık, “herkesin parası kadar ulaşabildiği bir hizmet” haline getirilmiştir. Yani, sağlık sistemi, “sermaye” için kâr alanı haline dönüştürülmüştür. Deklarasyonda paylaşılan verilere göre, 2002’de 18 milyar TL olan sağlık harcamaları 2018’de 165 milyar liraya yükseltilmiş. Daha vahim olanı, bunun 114 milyarının sağlık hizmeti alan yurttaşların cebinden çıkması. Başka bir vahametse, 1 Ocak 2020 itibarıyla 5 milyonu aşkın yurttaşın GSS prim borcu nedeniyle sağlık hizmetinden yararlanamaması. Ve şaşırmadığımız bir sonuç da, AKP döneminde (2002-2018 arasında) 9.2 kat artan sağlık harcamalarının önemli kısmının özel sağlık kuruluşlarına, görüntüleme merkezlerine, ilaç şirketlerine aktarılması. Son yıllarda buna bir de şehir hastaneleri eklendi. Şehir hastanelerine 2019 itibariyle devletin 14 milyar TL kira borcu bulunuyor; döviz kurundaki artışa göre bu borç her geçen yıl daha da artacak. Artan sağlık harcamaları ve bu harcamaların çok büyük kısmının yurttaşların cebinden ödemesi, toplumun geniş kesiminin (yüksek gelirli azınlığın dışında kalanlar) nitelikli sağlık hizmetine erişimini engellemekte. İşte bu noktada sık sık gündem olan, “sağlık çalışanlarına şiddet” devreye girmekte, bu hizmetlere ulaşamamanın yarattığı mağduriyetten -hükümet yetkililerinin de yönlendirmesiyle- sağlık çalışanları sorumlu tutulmakta. Dolayısıyla mağduriyetin asıl muhatapları/sorumluları “sermaye”yi parlatmaya devam ederken, halkın öfkesi ve beraberindeki şiddetse, sağlık çalışanlarına yöneliyor.
TTB’nin talep ettiği “sağlıkta şiddetin ortadan kalkması, hekimlerin ve diğer sağlık çalışanlarının emeklerinin karşılığını alabilmesi” ancak nitelikli ve toplumun tümünün ulaşabildiği bir sağlık sisteminde mümkündür. Bu da her şeyden önce sağlık hizmetinin parayla ulaşılabilen bir meta olmaktan çıkarılıp kamusal bir hizmet haline getirilmesiyle gerçekleşebilir.
Bunun için sadece TTB’nin, diğer sağlık meslek örgütlerinin ve sağlık emekçileri sendikalarının mücadelesi yeterli değildir. TTB’nin deklarasyonla ortaya koyduğu taleplerin, tüm toplumun sağlık hakkını da içerdiği görülmeli, başta sendikalar ve diğer demokratik kitle örgütleri olmak üzere herkes tarafından sahiplenilmeli ve belirlenen eylemler ortaklaştırılmalıdır.
Not: Bu yazıyı kaleme alırken Gezi Direnişi’nin efsane doktoru, TTB Yüksek Onur Kurulu Üyesi değerli dostum Ali Özyurt’un ölüm haberini aldım. Ailesi ve TTB camiasına başsağlığı dilerim.