“Barışı özgürlükten ayıramazsınız çünkü hiç kimse özgürlüğüne sahip olmaksızın barış içinde olamaz.” (Malcolm X)
14 Mayıs 1948 gecesi bağımsız İsrail devleti kuruluşunu ilan ettiğinde, Türkiye, ABD ile birlikte bu devleti ilk tanıyan ülkeler arasında olmuştu. Ortadoğu ülkeleri ise birkaç istisna dışında İsrail devletini tanımamaya devam ediyor. İslam dünyası ile karşı saflara düşmüş görünse de Türkiye devletinin Filistin davasına karşı tutum aldığı söylenemez. İsrail ile diplomatik ilişkiler sürerken Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile diyalog kanalları hiçbir zaman kapalı olmamıştı. 1990’lı yıllarda ortaya çıkan İslamcı Hamas örgütü ise devletten çok Türkiye’deki İslamcı hareket ile ilişki içinde oldu; her ikisini de içeren Müslüman Kardeşler (İhvan) şemsiyesi altında. İhvan’ın Türkiye şubesi olarak hareket eden AKP iktidara geldiğinden bu yana ise Hamas ile Türkiye devleti arasındaki ilişkiler gelişti ve derinleşti. Hamas, uzun bir süredir Filistin’in Akdeniz kıyısında Mısır ile sınırı bulunan Gazze şeridini kontrol ediyor.
FKÖ’nün omurgasını oluşturmuş olan El Fetih örgütü ise, Filistin topraklarının geri kalanını oluşturan Batı Şeria bölgesi üzerinde egemen.
AKP’nin Türkiye devletini yeniden şekillendirme süreci içinde İsrail ile oluşturulan çatışma görüntüsü önemli bir rol oynadı. Erdoğan’ın Davos’taki ünlü “van münüt”ü ve ardından Mavi Marmara vakası bu temsilin önemli perdeleri olmakla birlikte İsrail devleti ile diplomatik, ekonomik ve askeri ilişkiler pek bir kesintiye uğramadığı gibi artış da kaydedildi. Öte yandan Erdoğan çok uzun süredir sözünü ettiği Filistin ziyaretini de bir türlü gerçekleştiremiyor.
2005 yılındaki İsrail ziyareti sırasında ise dönemin başbakanı Şaron onu “Yahudi milletinin ve İsrail’in başkenti Kudüs’e hoş geldiniz” sözleriyle karşılamış, Erdoğan da kendisine mesut gülücüklerle karşılık vermişti.
Kudüs, bir kez daha dünya gündeminin ana maddelerinden biri. ABD başkanı Trump’ın Beyaz Saray’dan İsrail başbakanı Netenyahu ile birlikte ilan ettiği “Ortadoğu barış planı”, Kudüs’ü doğusu ve batısı ile bir bütün olarak İsrail devletine entegre etmeyi de içeriyor. Başkent statüsü, Trump yönetimi tarafından 2017’de kabul edilmiş ve büyük protestolar eşliğinde ABD elçiliği Telaviv’den Kudüs’e taşınmıştı. İsrail, 2000’li yıllarda Batı Şeria’yı dışlayan uzun bir duvar örerek aslında bugün ilan edilen sınırları çizmiş bulunuyordu. Kudüs’ün tamamı duvarın İsrail tarafında bulunuyor. Trump’ın barışı, Kudüs’ü İsrail toprağı ilan ederken bunun karşılığında Filistinlilere 50 milyar dolarlık yatırım taahhüdünde bulunuyor. Planda, Birleşmiş Milletler (BM) kararları çiğnenerek sayıları sürekli artırılan Batı Şeria Yahudi yerleşimlerine de statü tanınıyor. Ayrıca, Filistin yönetimine şiddeti kınadığı ve İsrail devletini tanıdığı takdirde devlet kurma hakkı verilebileceği belirtiliyor. Bu farazi müstakbel devletin başkenti olarak, Kudüs’ün duvar dışında kalan kenar mahallesi Abu Dis gösteriliyor; hatta Filistin yönetimine bu mahallenin adını Kudüs olarak değiştirme “hakkı” da tanınıyor.
Filistin yönetimi başkanı Mahmut Abbas, “Kudüs satılık değildir” sözleriyle itirazını dile getirdi. Filistin genelinde bir protesto dalgası da yükselmeye başlamış durumda. Batılı ülkeler arasında, İngiltere dışında Trump planı lehinde görüş bildiren bir ülke henüz yok. Bazı Körfez ülkeleri, davet üzerine Beyaz Saray’da planın açıklanma merasimine temsilci gönderirken Suudi Arabistan ve Mısır’ın davete icabet etmedikleri göze çarpıyor. Her iki ülke dışişleri de temkinli açıklamalarda bulundu. Sorunun doğrudan muhatabı olan Ürdün ise plana karşı görüş bildirirken en sert tepki İran’dan geldi. Türkiye’nin “sert” tepkisinin ise, İsrail ile olan yakın ilişkileri ve Erdoğan yönetiminin “pragmatik” dönüşleri nedeniyle fazla ciddiye alınmadığı görülüyor.
“Asrın anlaşması” adını taşıyan bu plan, iç politikada zorluklar yaşayan Trump ve Netenyahu’nun önlerindeki seçim süreçlerinde ellerini güçlendirme hamlesi olmanın ötesinde Ortadoğu halkları için ciddi sonuçlar doğurabilir. Ama, son tahlilde, yeni bir Arap-İsrail ya da İran-İsrail savaşının çıkması ihtimal dahilinde görülmüyor. Bunun yerine Filistin coğrafyasında huzursuzluğun artması ve yeniden çatışmalı bir döneme girilmesi kaçınılmaz. Çünkü bu plan, Filistin halkı üzerinde zaten uygulanmakta olan ayrımcı ve baskıcı pratiklerin en büyük küresel güç eliyle meşrulaştırılması anlamına geliyor. ABD ve İsrail belli ki fiili durumu sürdürebildikleri takdirde dünya kamuoyu ve BM tarafından zaman içinde kanıksanacağını umuyor.
Taraflardan biri ya da ötekini dışlayarak varılan sözde anlaşmaların barış getirmeyeceği defalarca görüldü. Özellikle bütün tek tanrılı dinlerin beşiği, insanlığın ortak kültürel mirası olan Kudüs şehri üzerindeki tek taraflı dayatmanın barış yerine yakın gelecekte büyük çatışmalara yol açması kaçınılmaz görünüyor.
Nelson Mandela’nın belirttiği gibi: “Filistin halkının özgürlüğü olmaksızın bizim özgürlüğümüzün eksik kalacağını çok iyi biliyoruz.”