Prof. Dr. Murat Somer’le konuştuk: ‘Trump ‘kutuplaştırma yoluyla dönüştürme’ siyaseti uyguluyor. Muhalefetin yapması gereken toplumun beklediği alternatif programlar üretmek
Mehmet Ali Çelebi
ABD’de George Floyd’un polis tarafından boğulması, Jacob Blake’in sırtından vurularak felç edilmesi, yeniden ivme kazanan protestolar, hapishanelerin, işyerlerinin, lüx araçların ateşe verilmesi… Tabu gibi görülen Thomas Jefferson, Ulysses Grant, ABD milli marşının yazarı Francis Scott Key, Andrew Jackson, Kristof Kolomb, Winstom Churchil gibi isimlerin heykellerinin hedef alınması veya alaşağı edilmesi, Corona pandemisi karışında fiyasko ve ekonomik küçülme… Geleceği hızla belirsizleşen bir dünyayı yansıtıyor ve demokrasi ve güvenlik endişeleri yaratıyor. Gelecek hafızasında distopik çağ mı yoksa özgürlükler çağı mı olacak? Ne olduğunu, neler yapılabileceğini uzun süre ABD’de yaşama ve çalışma deneyimi olan, kutuplaşma, demokratikleşme ve Kürt meselesi gibi konularda uluslararası düzeyde çalışmalar yapan Koç Üniversitesi Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Somer ile konuştuk. İsyan dalgasının vaat ettiklerini, Corona pandemisinin küresel izdüşümünü, gidişatı tayin edecek yeni model arayışlarını, süreçlerin Türkiye kanadında otoriterleşmeye karşı muhalefetin anlam ve pozisyon arayışlarını, Kürtlerin gelecek inşasındaki rolünü analitik kadraja aldık.
- ABD’de Minnesota eyaletine bağlı Minneapolis’te ve Georgia eyaletinin başkenti Atlanta’da siyah gençler George Floyd ve Rayshard Brooks’un ırkçı beyaz polisler tarafından sokak ortasında öldürülmesi ‘bardak taştı’ etkisi yaptı. “Black Lives Matter-Siyahların yaşamı önemlidir” hareketi, ”Adalet yoksa barış da yok”, diyen isyan dalgası ve ANTIFA gibi dinamiklerle Avrupa kentlerine de sıçradı. İsyanın arka planını sormak istiyorum.
Öncelikle ırka dayalı ayrımcılık problemi ABD’nin “kurucu fay hatlarından” bir tanesi. Birçok ülkede böyle, kapsamlı reformlar olmadan, yeni bir “Toplumsal Sözleşme” olmadan aşılamayacak kurucu fay hatları var. Bir ölçüde bu ulus devletin ırka dayalı bir eşitsizlik üzerine kurulduğunu, dengelerin buna göre inşa edildiğini söyleyebiliriz. Irk yanında, yerli Amerikalılara karşı yapılmış soykırım, kadın-erkek eşitsizliğinin de ABD’nin birer kurucu fay hattı olduğunu söylemek mümkün. Ama 200 yıldır siyasete en çok yansıması olan ırk meselesi.. Özgürlük taleplerinin çıktığı dönemler karşı dalgalarını da yaratıyor. Örneğin 19. yüzyılda iç savaş sonrası kölelik kaldırıldı ve hukuki-siyasal eşitlik geldi. Ama buna beyazların bir kesiminin karşı tepkisi, seçim bölgelerini ve kurallarını değiştirerek oy hakkını etkisiz hale getiren politikalar olmuş. 1960’lardaki Sivil Halklar Hareketi sonrası da benzer bir karşı dalga var. Beyazları da bölüyor bu olaylar, bir kesim demokratikleşme yanında konumlanırken diğeri bildiği ülkenin elinden kaydığını düşünerek direniyor, hatta saldırganlaşıyor. Siyahları temsil eden siyasetçi ve hareketlerin de bazı bencillikleri ve vizyonsuzlukları olduğu söylenebilir. Trump’ın başkan seçilmesiyle de bu ayrımlar iyice açığa çıktı. Protestolara destek veren beyazlar daha önce Obama’nın başkan olmasından çok kültürlülük ve gerçek eşitlik adına ümit besleyen kesimken, Trump ise tam da bu bu eğilimlerden rahatsız olan beyazları temsil ediyor. Polisin siyahlara karşı ayrımcılığına toplumsal tepkiler son yıllarda sık sık olmuştu. Ama neden George Floyd olayı büyük bir toplumsal harekete dönüştü? Toplumsal hareketleri ateşleyen bir olay olduğu zaman bazen o olayla ilgili tepkilerin yanında bütün diğer rahatsızlıklar, talepler hepsi onunla birleşir, toplumsal harekete yansır. Dolayısıyla bu kadar büyümesinin altında Amerika’daki iki başka olgu daha var.
- Nedir hareketin büyümesine yok açan bu iki olgu sizce?
Bunlardan bir tanesi kutuplaşma. Amerika Türkiye’ye benzer şekilde çok kutuplaşmış bir ülke. İnsanlar birbirlerinin farklı tepkilerini anlamamakla kalmıyor kendi hayat tarzlarına ve temel çıkarlarına tehdit olarak görüyorlar. O zaman da toplumsal tepkiler hareketi tetikleyen olaydan bağımsızlaşıp bu iki grubun rekabetinden ve birbirine tepkisinden beslenmeye başlıyor. Yani George Floyd olayı da Trump karşıtları ve taraftarları arasındaki kavganın nesnesi haline geldi. Sadece ırkla veya polisle ilgili değil, kadın-erkek eşitliğiyle ilgili olsun ekonomik sistemle ilgili olsun, rakip modellerin çatışmasına dönüştü.
İkinci meseleyse, Amerikan toplumunda son 30 yıldır özellikle sosyo-ekonomik konularda bir rahatsızlık söz konusu. Her ne kadar çoğu kez kültürel-ideolojik değerler üzerinden ifade edilse de, maddi rahatsızlıklar var. En son 2008 finansal krizinde, Amerikan hükümeti tam anlamıyla sermaye sınıfını koruyan, üstelik de orta sınıflardan, yoksul sınıflardan kaynak aktararak sermayedarları kurtaran, finanse eden politikalar izledi. Amerika’da refah seviyesi çok yüksek ama aynı zamanda muazzam bir eşitsizlik var. Son 30 yıldaki ekonomik büyüme orta sınıfların refah düzeyini çok da artırmadı. Asıl yararlanan en zengin kesimdi. Yeni kuşaklar eskisi gibi ebeveynlerinden daha müreffeh olacaklarına, yani Amerikan rüyasına o kadar da inanmıyor. Bunun yarattığı içten içe bir rahatsızlık var ama farklı siyasal çizgilerin koyduğu teşhisler ve önerdiği reçeteler çok farklı.
- Onca olay, onca tartışmaya rağmen Kenosha’da polis sırtı dönükken Jacob Blake’e nasıl 7 kurşun sıkıp felç edebildi. Trump nasıl 1 Eylül’de itirazlara rağmen kenti ziyaret edip acılı aileyle görüşmezken polisleri övebildi. Olayların büyümesini umup Kasım 2020 seçiminde beyazları konsolide etmeyi mi hesapladı?
Trump başka birçok otoriter lider gibi, benim “kutuplaştırma yoluyla dönüştürme” diye adlandırdığım bir siyaseti uyguluyor. Ahlak ve demokrasi açısından doğruyu yapsaydı, mesela aileyi ziyaret etseydi, empati kursaydı, birleştirici, kutuplaşma karşıtı bir siyaset olurdu. Oysa bu liderler “dalgakıran” siyaseti izleyip kendi taraflarının yanlışını asla kabul etmiyor ve kutuplaşmayı pekiştiriyorlar. Böylece kendi açılarından bir taşla iki kuş vuruyorlar: Tabanları savunma refleksiyle konsolide oluyor, karşı taraf da provoke olarak, alternatif dönüştürücü programlar üretmek yerine enerjisini “dalgakıran”la savaşa harcıyor. Oysa bence asıl yapması gereken, toplumun beklediği alternatif programlar üretmek…
- Irkçılık karşıtı ayaklanmanın küresel bir güç olan ABD’deki izdüşümü; sosyolojik ve sosyo-ekonomik, ideolojik-politik anatomisi nasıl olacak sizce?
ABD’de olanlar küresel düzeyde olanların hem aynası hem de bir süper güç olarak belirleyicilerinden biri. Tüm dünyada hâkim siyasal, ekonomik ve toplumsal-kültürel modellerin bir krizi ve kapitalizm-demokrasi evliliğinin geleceğinin belirsizliği söz konusu. Bu belirsizlik ve endişe ortamına yanıt olarak birçok ülkede siyasal alanda “popülist-otoriter”, ekonomi alanında devletçi, kayırmacı ve “milliyetçi kapitalizm”, kültürel alanda da muhafazakâr çoğunluk kültürüne ve milliyetçiliğine dayalı “yeni-otoriter” modelleri savunan bir akım gelişiyor. Demokrasi, hukuk ve özgürlükle sorunlu bu akımın karşısında demokratların savunduğu modeller belirlenmiş, netleşmiş değil.
ABD’de de durum tam böyle. Cumhuriyetçilerin yaklaşımı daha belli, farklı cumhuriyetçi programlar içinde en radikali ve yeni-otoriter çizgiye uygunu Trump’ınkiydi, o kazandı ve partiyi dönüştürüyor. Eğer yeniden seçilirse bu çizgi partide konsolide olmuş olacak. Demokratlar arasındaysa, sosyo-ekonomik ve kültürel reform vurgulu modeller rekabet ediyor. Bernie Sanders ve Elizabeth Warren başkan aday adayları, toplumsal itirazları Amerika’daki mevcut piyasa sisteminden çok daha solda, sosyal demokrat reformlarla temsil etmek istiyordu.
Diğer kanat ise çok kültürcü politikaları vurguluyorlar. Bunun da toplumsal tabanı var. Örneğin “Me too” hareketi, yani “Ben de” hareketi çok önemli. Hem kamusal hem özel alanda kadın erkek ilişkilerini temelden eşitlemeye yönelik, geleneksel olarak söylenmeyen şeyleri söylemek yoluyla “müesses nizam”ı sarsmak isteyen, bir tür isyan. İkinci kanat kadın hareketinden, azınlıkların toplumsal hayatta gerçek eşitlik, gençlerin kimlikte ve hayat tarzında özgürlük taleplerinden besleniyor. Birinci çizgi ise ekonomik adaletsizlikten. İkisi de radikal reformcu ama farklı alanlarda, nasıl uzlaşır siyasetin en önemli derdi. Demokratlar şimdilik her ikisi dışında ılımlı ve merkezci aday Biden’ı seçti. Fakat her iki çizgi de Cumhuriyetçilerde büyük tepki yaratıyor. Onlar daha savunmacı. Yeni bir sistem değil, kendilerine göre 1970’lerden itibaren bozulmaya başladığını düşündükleri ve “gerçek Amerika” olarak gördükleri sisteme dönmeyi savunuyorlar.
Biden-Harris iç ve dış çizgisi
- Demokratların başkan adayı Joseph Biden’ın uzun süre bekledikten sonra ağustos ortasında başkan yardımcısı adayı olarak siyah California Senatörü, Av. Kamala Harris’i belirlemesi tercihleri ve dış politika eksenini etkiler mi? Kasım 2020 başkanlık seçimleri sonrası ABD sisteminin dönüşümü noktasında neler beklenmeli?
Şu anda Biden daha şanslı gözükmekle beraber, ABD’deki seçim sistemi nedeniyle sonuç çok ortada (Hillary Clinton yüzde olarak çoğunluğun oyunu almış ama eyaletlerin çoğunu kaybetmişti) Trump da kazanmak için her şeyi yapacak, dünyadaki diğer yeni-otoriter liderlerin manipülatif taktiklerine başvurmaya hazır gözüküyor. Son bir açıklamasında “Demokratlar ancak seçimlerde hile yaparlarsa kazanabilirler” dedi, ki bu, tabanında hile tartışmaları yaratarak seçim sonuçlarını kabul etmeyebileceği yönünde kuşkular yarattı. Hatta ordunun bu durumda ne yapacağı konuşuldu. Sonuçta her iki parti de yeniden yapılanacak ve bunun sonucunda ABD’nin yönü belli olacak. Biden-Harris radikal bir değişimi temsil etmiyor. Obama çizgisinin devamı gözüküyor. Ama Trump çoğunlukçu, kişiselleşmiş, otoriter bir siyasal rejime dönüşümü temsil ediyor. Daha tek adamcı, kurumların daha devre dışı kalmış olduğu, kuvvetler ayrılığının zayıfladığı, daha az denetlenen bir yönetimi. Bunun yanında serbest piyasadan ziyade kayırmacı-devletçi ve milliyetçi bir kapitalizmi, muhafazakâr-milliyetçi geleneksel çoğunluk kültürünü savunuyor.
Biden-Harris uluslararası sistemde de Obama benzeri, nispeten daha kurumsalcı, çok taraflı işbirliğine dayalı, söylem olarak daha diyaloğa açık, ama dünyanın temel sorunlarına da köklü çözümler üretip üretemeyeceği belli olmayan bir sistemi savunacaktır. Demokratik değerlere daha vurgu yapacaktır, bu iyi, ama bunu etkili politikalar ve liderlikle destekleyebilir mi kuşkulu. Obama başaramamıştı.
Yeniden Trump ise uluslararası sistemde belirsizliği, tek taraflı politikayı ve çok kutuplu anarşiyi pekiştirecektir. Yeni bir ABD hegemonyasını hedefleyen ama uluslararası oydaşma yaratmaktan uzak politikalar. Çin-ABD rekabetini de daha saldırgan ve gözle görünür yöntemlerle yürütecektir. Ekonomik milliyetçiliğin daha da meşrulaştığı, demokratik değerlerin tedavülden kalktığı bir dünyayı destekleyecektir.
Burada Türkiye açısından şunu söyleyebiliriz. Türkiye eğer mevcut yeni-otoriter çizgide devam ederse, kısa vadede S-400 gibi bazı konularda Biden-Harris yönetimiyle daha çok sorun yaşar. Ama sonuçta her iki yönetim de Türkiye ile ortak çıkarlarda anlaşmaya çalışır, reel askeri ve ekonomik çıkarlar etkili olur. Ama Türkiye demokratik bir çizgiye yönelebilirse, o zaman Biden-Harris’den daha fazla destek görebilir.
Mars’a göç politikaları
- Küresel izdüşüm… 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşananları tarttığımızda geleceğin geometrisinde Trumpvari, Putinvari distopya peşindeki otoriter aktörler mi var, yoksa demokrasi ve özgürlükler silsilesi içinde bir dünya mı karşımıza çıkacak?
Bu otoriter yönetimlerden çok demokratik hareketlerin ne yapacağına bağlı. Tüm dünyada demokrasiyi savunan güçlerin mevcut küresel krize çözüm olabilecek reçeteler üretip üretemeyeceklerine bağlı. Hâkim siyasal, ekonomik ve toplumsal-kültürel modellerin krizde olduğu bir dönemde alternatif üretebilmelerine bağlı. Çünkü yeni-otoriter siyasetlerin kolaycı da olsa reçeteleri var ve kitlelerden destek de buluyorlar, ama reçeteleri dünya için çözüm değil. Örneğin siyasal alanda demokratik güçlerin sadece mevcut kurumları, hukuku, temsili demokrasiyi savunması yeterli değil. Çünkü zaten kitlelerin bu sistemlerden duyduğu hoşnutsuzluk ve yabancılaşma krizin bir parçası. Daha günlük hayata dokunan, ekonomik adaleti, yerel demokrasiyi vurgulayan bir demokrasi vaat etmek gerekli.
Şimdi biraz geriye dönelim. ABD’de, Macaristan’da, Türkiye’de, Güney Afrika’da, Brezilya’da hatta İngiltere’de yaşanan kutuplaşma ve otoriterleşme sorunlarının, birbirinden bağımsız olduğunu söylemek mümkün değil. Birbirlerinden etkilenmek yanında, küresel düzeydeki bir ruh halini ve maddi kırılmaları yansıtıyorlar. Barışçı yoldan yeni başat modeller bulunabilir mi ve inşa edilebilir mi? Bilmiyoruz, ama umuyoruz. Ulusal düzeydeki özellikle ekonomik ve siyasal modeller de küresel düzeydeki modellerden destek ve ilham alıyor.
Dünyadaki hâkim siyasal ve ekonomik düzen ne zaman kurulmuştu? Bir savaş sonrası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Bretton Woods Anlaşması ile kurulmuştu. Bu öncelikle iki kutuplu bir dünya yaratmıştı: Otoriter siyasal rejimle desteklenen devletçi sosyalizm ve en azından gelişmiş ülkelerde uygulanan, temsili (burjuva) demokrasiyle desteklenen kapitalizm. Ancak sosyalist modellerin popülerliğinin önünü kesmek amacıyla kapitalist ülkeler dizginsiz kapitalizm yerine, demokrasiyle kapitalizm arasında düzenleyici devlet ve refah devleti yoluyla bir uzlaşma yaratmaya dayanan, karma ekonomik modeller oluşturdular. Kapitalizm-demokrasi evliliğinin yürümesini mümkün kılan mekanizmalar buydu. Ulusal düzeydeki bu uygulamalarla tutarlı olarak, uluslararası ticaretin kontrollü şekilde serbestleşmesine ama uluslararası sermaye hareketlerinin gene toplum yararına dizginlendiği bir sistem kuruldu. Üretime ve istihdama yönelik doğrudan ve uzun vadeli yatırımları destekleyebilen, fakat sermaye yararına ama ülkelerin kalkınmasına katkısı tartışmalı olan spekülatif ve kısa vadeli sermaye dolaşımlarını dizginleyen.
1970’lerden itibaren bu ekonomik modelin her iki boyutu da çökmeye başladı. Refah devleti uygulamaları Thatcher’ın, Reagan’ın iktidarları, ideolojik olarak serbest piyasacı Chicago Okulu’nun ekonomi eğitiminde baskın olmasıyla, aşındı. Soğuk savaşın bitimiyle bir kesim kapitalizmin sorgusuz sualsiz zaferi olduğu sonucuna vardı. Kontrolsüz bir kapitalizm gelişmeye başladı. Özellikle finansal kapitalizmin kontrolden çıkması, sermayeyle üretim (ve dolayısıyla istihdam, vergi gelirleri, kamu yararı) arasındaki bağı koparmaya başladı. Uluslararası kapitalizm üretime ve ticarete dayalı olmaktan, daha çok spekülasyona ve ranta dayalı bir model haline gelmeye başladı. Orta sınıflar lehine işleyen bir model olmaktan çıkıp sadece üst sınıfların, sermayedarların lehine işleyen bir modele dönüştü. Değişik ülkelerde yaşadığımız kırılmalar, rahatsızlıklar küresel düzeyde yaşanan bu kırılmanın bir yansıması.
Bir de Çin’in son 30 senede ekonomik büyüklükte Amerika’ya yaklaşmış olması önemli. Çin’in nüfusunun Amerika’dan çok fazla olduğunu da düşünürse, kişi başına düşen gelir Amerika’ya yaklaştığı zaman bu ekonomisinin Amerika’nın birkaç katı olması anlamına gelecektir, bu askeri dengeleri de etkiler. Çin bu büyümeyi sürdürebilecek mi bir soru işareti tabii, ama sürdürürse eğer, Çin devletçi-kapitalist bir modeli, otoriter-totaliter bir siyasal rejimi temsil ediyor. Dünyada bunun yarattığı bir psikolojik kayma da söz konusu.
Son olarak, ama tabii çok önemli, muazzam bir teknolojik devrim sürecinden, nüfus artışı, işsizlik, göç ve ekolojik bunalım döneminden geçiyoruz. Gelişmiş ülkelerde insanlığın devamı için ciddi olarak Mars’a göç gibi politikalar tartışılıyor.
Bu problemlere karşı demokratların tüm dünyada sadece temsili demokrasi, hukuk vs. diyerek alternatif olmaları yeterli değil. Daha dişe dokunur bir demokrasi yanında, köklü ekonomik ve toplumsal-kültürel modeller önermeleri gerekiyor. Çünkü karşı tarafta yanıltıcı olsa da kolay çözümler var. İnsanların endişe karşısında güvendikleri liderlere, duvarlara ve bilinen değerlere sığınma eğiliminden besleniyor. Örneğin ABD’de Trump göç sorununa karşı, “sınıra bir duvar öreceğim ve durduracağım” diyor. Çözüm değil ama kestirme ve yutması kolay. Demokratların ise savundukları değerler doğru da olsa çözüm önerileri net değil.
Bunlar Türkiye için de önemli. Birçok ülkede siyaseten en önemli ayrım, sağ-solun ötesinde, demokratlık ve otoriterlik ayrımı olmaya başladı. Yani umudu demokratik rejimlerde görenlerle umudu daha otoriter, güçlü lider rejimlerinde arayanlar arasında. Otoriterlerin her üç alanda önerdikleri daha net. Ancak bunun karşısında demokrat kanatta alternatifler ortaya çıkmış değil.
Yarın: Ekonomilerdeki küçülmenin yeni dünyaya yansıması…Otoriterleşmeye karşı yeni modeller yerel yönetim, özerk yönetim, tarımsal üretim mi? Fikirsel hazırlığı yetersiz taraf neden Türkler? Türkler ve Kürtlerin yeni Anayasa’da Toplumsal Sözleşme’de buluşması ve geniş Demokrasi İttifakı mümkün mü?