Travma dedi ki: “Bu şiirleri yazma.
Kemiklerine işlemiş acının hıçkırığını
duymak istemez hiç kimse.” …
Kemiklerim dedi ki: “Yaz o şiirleri.”
(Andrea Gibson, The Madness Vase)
Psişik travma, tabiatı gereği ağza alınması, kelimelere aktarılması mümkün olmayandır. Görünmez, ama bedenimiz ve zihnimizle birlikte taşınan mevcudiyetinin inkârı da ifadesi kadar imkânsızdır. “Öyle yaralar vardır ki bedende görünmezler ama kanayan her şeyden daha derin ve daha acı vericidirler.” (Laurell K. Hamilton, Mistral’s Kiss)
İşte bu nedenle, burada, o trajik an yerine 10 Ekim Ankara Garı Katliamı’nı takip eden iki vakanın anlamı üzerinde durulacak. Birincisi, o akşam, can kaybı sayısı sürekli artış halindeyken, zamanın Adalet Bakanı Kenan İpek’in kameralar karşısında sergilediği sırıtma performansı. İkincisi ise, katliamdan üç gün sonra Konya’da oynanan milli maç öncesi ölenler anısına yapılan saygı duruşu esnasında tribünlerden yükselen nefret sloganları.
Adalet Bakanı’nın kahkahası, ruhunun derinliklerinden öyle bir kopup gelmektedir ki hiç yeri ve zamanı olmadığı halde pis bir sırıtış olarak dışavurumu engellenememiştir. Bu vakayı, 10 Ekim Katliamı karşısında gösterilen resmi tavırla birlikte algılamak kaçınılmaz: Bombalar patlayana kadar görünmez olan “güvenlik” güçlerinin ansızın ortaya çıkarak ölü ve yaralılarla dolu alanda şok içindeki kalabalığın üzerine tazyikli su ve biber gazı ile saldırması. Olayın ertesinde ülkenin her yanında katliama tepki olarak kent meydanlarına akan halka sert polis müdahalesi (ki aynı tavır anma buluşmalarımızda da her yıl tekrarlanmakta). Yargı önünde katliamın aydınlatılması karşısına çıkarılan resmi engeller…
O halde bakanın sırıtışı, yargı makamının adalet umudu taşıyan mağdurlar karşısında attığı küstah kahkahanın dışavurumundan ibaret değil; aynı zamanda katliamdan alınan devletlû keyfin de göstergesi. Ve bu resmi ‘jouissance’ halinin, psikopatolojik bir vaka olma ötesinde rasyonel sebepleri de olduğu içindir ki bakanın sırıtışı “devlet aklı”nın bu trajediden duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak da algılanmaya müsaittir. Kısacası, “Katil, her zaman suikastçının kendisi değildir. Bazen ellerinde kan bile yoktur.” (Ruta Sepetys, Salt to the Sea)
Üç gün sonra Konya’da yaşananlara gelelim. Bir kısım futbol seyircisi, katliamın yüzü aşkın kurbanı anısına bir dakikalık suskunluğu çok görmüş, nefret ve hakaret sloganları atmıştı. Bu vaka, ölenler hakkında sosyal medya üzerinden yürümekte olan nefret kampanyasının cisimleştiği an olması bakımından önemlidir. Katliamın ve ondan duyulan resmi memnuniyetin popüler bir tabanı olduğunu gösterir. Böylelikle toplumun bir kesimi, doğrudan IŞİD ya da İslamcı terör yanlısı olmasa da bu katliamı gerçekleştiren ve örtbas edenleri haklı bulduğunu ifade etmiştir. Katliamla ilgili sürmekte olan, yalnızca “güvenlik” güçlerinin anma etkinliklerine yıllık “olağan” saldırıları değil, anaakım medyada ve bundan çok daha yaygın bir toplum dilimini içeren sosyal medyada gözlemlenebilir bir nefret söylemidir.
Sosyal bilimlerin dili ile ifade edecek olursak, burada sorunsallaştırılarak soykütüğü araştırmasını hak eden birbirine bağlı üç “milli durum” söz konusu: Birincisi, modern zamanlarda devletin kendi meşruiyet kaynağı olarak ülke nüfusuna, yönelttiği “ya asimilasyon/ biat ya ötekileşme/ölüm” dayatması. Bu resmi duruşun popüler düzeyde yaygınlaşması, devletin baskı aygıtları yanında eğitim ve özellikle yakın zamanda din aygıtlarının işleyişi ile sağlanmaktadır. İkincisi, böyle bir devletin tebaası olmaktan kaynaklanan popüler “milli patoloji”. Üçüncüsü, yeri, zamanı ve “yukarıdan” talimatı geldiğinde, bu patolojiyi tetikleyerek nefret söylemi, hatta nefret suçu pratiğine dönüştürme kudretine sahip siyasal kurumlar ve özellikle “dördüncü kuvvet” medya. Hülasa, “devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olarak gece gündüz üretim halinde devasa bir nefret fabrikası.
Peki ya toplumun o kitlesel travma ile sarsılmış, yitirdiklerinin yasını tutmak ve hatırlamak çabası içindeki kesimi? Onların duygularının ifadesini, geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Charles Aznavour’un Ararat filmindeki unutulmaz tiradında bulabiliriz ancak: “En çok acı veren nedir bilir misin? Katledilen canlar ve yitirdiğimiz toprak kadar ve hatta onlardan çok daha fazla, bizden böylesine nefret edildiğini biliyor olmak. Bizden bu kadar nefret etme hakkına sahip bu insanlar kim? Ve yalnızca nefret etmeyi değil, nefret ettiklerini inkâr etmeyi hala nasıl sürdürebiliyorlar? Böylelikle nefreti ve daha çok nefreti besleyip duruyorlar.”