Pandeminin, toplum yaşamını tehdit eden boyutlara ulaşan bir sorun haline gelmesi ve pandemiyle derinleşen ekonomik çöküş, Türkiye’yi Cumhuriyet tarihinin en derin toplumsal kriziyle karşı karşıya getirmiştir.
Hükümetin sermayenin çıkarlarını toplum sağlığının önünde tutan pandemiyle mücadele politikası tam bir “fiyasko”dur. Hiçbir bilimsel veriyi, öngörüyü dikkate almadan alelacele geçilen normalleşme sürecinin ardından, ülkenin her yerinden koronavirüs nedeniyle yoğun bakım ünitelerinin, hastanelerin yetersiz kaldığı ve tedavi olamadığı için yaşamını kaybedenlerin her geçen gün arttığı haberleri gelmektedir. Hükümetin gazabına uğramak pahasına görüş açıklama cesaretini bulan uzmanlar, önümüzdeki günlerde ve aylarda durumun daha da kötüleşeceği konusunda hemfikirdir. Baskı altında tutulan haber alma kanallarına rağmen gündemi biraz olsun takip edebilen ve gerçeklerin farkında olabilenlerin kaygısı, pandeminin giderek yayılacağı ve ilk aylardakinden çok daha fazla can kaybının olacağı yönündedir.
Zaten krizlerle çalkalanan kırılgan Türkiye ekonomisi paramparça olmuştur. Üretim ve ihracat düşerken, dış ticaret açığı ve cari açık artmış, kamu ve özel sektör borçları sürdürülemez hale gelmiştir. Türk lirasının önlenemez değer kaybının eşliğinde işsizliği, yoksulluğu, enflasyon artışını görmek için sokağa bakmak yeterlidir. AKP’nin iktidarı boyunca övündüğü ekonomik büyüme tepetaklak olmuş; ekonomide, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir daralma beklenir hale gelmiştir.
Mevcut durumun vahametinden daha beter olansa; krize karşı mücadele yürütmesi gereken siyasi iktidarın, krize çare olacak politikalar üretmek yerine krizi inkâr ederek, başarısızlıklarını toplumdan saklamaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyor olmasıdır.
Toplumsal sorun haline dönüşmüş bir kriz, toplumdan saklanabilir mi? Var olanı yokmuş, yok olanı varmış gibi göstermek hokkabazlara mahsustur. Siyaset literatüründe hokkabazlığa kibarca “algı yönetimi” denir. Algı yönetimi, toplumun genel çıkarlarını temsil etmeyen, “en büyük düşmanı gerçekler olan” iktidarların varlık koşuludur aynı zamanda. AKP’nin 18 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan da “algı yönetimi”ni iyi becermesi değil midir zaten?
AKP’nin iktidarını sürdürmek için neler yaptığını hatırlayın: Uzun süre AB üyeliği ardına sığınıp, kimilerinde demokrasinin ve sosyal hakların gelişeceği beklentisi yaratarak “sözde” Alevi, Kürt vd açılımlarıyla toplumu oyalayarak “geniş kesimlerinin yaşamını olumsuz yönde etkileyecek politikaları” yaşama geçirdi. Bunların inandırıcılığı kalmayınca da iç/dış düşmanlar yaratıp onlarla çatışma ortamları yaratılarak iktidarını sürdürmeye çalıştı. Ancak bugün gelinen noktada krizin sonuçları toplumda öylesine hissedilir hale geldi ki iktidar hiç olmadığı kadar sorgulanmaya ve halk desteğini kaybetmeye başladı. Hal böyle olunca “tarikat şeyhleri ve eski derin devlet kalıntıları” iktidarı ayakta tutan büyük ortaklar haline geldi. Ama bunlar toplumun sorunlarını çözmediği gibi akıldan, bilimden ve demokrasiden daha da uzaklaşmaya neden oldu ki böylece krize karşı gerçekçi çözüm üretebilmenin koşulları tamamen ortadan kalktı.
İktidarın elinde, başarısızlıklarının ve bunların yarattığı çöküntünün üzerini örtmenin tek yolu olarak sadece, algı yönetimi için rakamlarla oynamak kaldı. Sağlık Bakanlığı ve TÜİK, bugünlerde rakamlara en çok dans ettiren iki kurum. Sağlık Bakanı’nın koronavirüse ilişkin her gün açıkladığı verilerin gerçeği yansıtmadığı, TTB’nin, sağlık emekçilerinin, koronaya yakalananların ve yakınlarının paylaşımlarıyla açıkça ortaya çıkmakta. Pandemi sürecinde birçok iş yeri kapanıp üretim ve ticaret azalırken; üstelik ILO ve diğer birçok uluslararası kurum, dünyada işsizliğin tarihte olmadığı kadar arttığını açıklarken, TÜİK’in akıllara zarar biçimde “Türkiye’de işsizliği azalmış göstermesi”, dünyada tüm zamanların en büyük yalanları arasına girecek türden. Enflasyon verilerinin gerçeklerden uzaklığı da işsizlik verilerinden geri kalmıyor.
AKP’nin başarısızlıklarını ve yaşanan krizi örtme çabası içindeki kurumlar, bunlarla sınırlı değil. Tüm bakanlıklar, bağlı kurumlar ve taşra teşkilatlarının yani tüm devlet kurumlarının çabası da, gerçekleri çarpıtmak ya da gizlemek üzerine. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı, pandemi sürecinde uzaktan eğitimi başarılı göstermeye çalışırken Maliye Bakanlığı toplumu; ekonominin iyiye gittiğine, Sanayi Bakanlığı sanayi üretiminin iyi olduğuna, İçişleri ve Milli Savunma bakanlıkları da her işin yolunda olduğuna inandırmak için çabalamakta. Elbette her zaman olduğu gibi merkezi iktidarı oluşturan küçük iktidar alanlarında da devletin her birimi “bal tutan parmağını yalar”, “devletin malı deniz…” anlayışı içinde görevlerini ifa(!) etmekte.
Ezcümle Türkiye’nin karşı karşıya olduğu krizler, iktidarın “algı yönetimi” ile toplumun günlük yaşamındaki gerçeklerin arasındaki açıyı o kadar büyütmüştür ki hokkabazlığın hiçbir türü AKP iktidarını ve beraberinde “tek adam rejimi”ni temsil eden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni temize çıkartmaya yetmemektedir artık.
Bu durumda geriye iki seçenek kalmaktadır: Ya emekçiler, ezilenler, ayrımcılığa uğrayanlar yani küçük bir çıkar çevresi dışındaki halkın büyük kesimi, yaşadıkları gerçeklerle yalanların ayrımına varacak ve krizlerin bedelini canlarıyla, kanlarıyla, alın terleriyle ödememek için bir araya gelerek mücadele edecek ya da yalanları otoriter yöntemlerle topluma kabullendirmeye çalışan dikta rejimine boyun eğeceklerdir!!