Toplumsal barış kültürü; hayata, insanlara ve onların haklarına saygıdan başlar, bu da insanlar arasında değer, tutum, gelenek-görenek ve yaşam farklılıklarına saygı ile başlar, sonrası kapsayıcı bir dil ve diyalog ile örgütlenmektir
Ercan Jan Aktaş
Bu dizinin ilk yazısında barışın dilde başladığını ifade ettik. Dilde başlayan barışın toplumsallaşması için ise bir iletişim, diyalog sürecine ihtiyaç olacaktır, bu da şiddetsiz iletişim ile mümkün olacaktır. Şiddetsiz iletişim, anlaşmazlık içindeki bütün tarafları empati ile canı gönülden dinleyerek anlama; bu yoldan bağlantı kurarak iş birliği zemini yaratma ve herkesin ihtiyacının gözetildiği ortak çözümler üretme sanatıdır. Herkes için özgürlük, eşitlik ve adalet ancak katılımcı bir süreçle mümkün olur.
Doğru, ötekileştirmeyen bir dil ile kurulan diyalog kapsayıcı bir perspektif üzerinde kurulduğunda bu bizi bizden farklı, bizim gibi bakmayan/düşünmeyen, inanmayan insanlar ile yan yana getirmeye başlayacaktır. Barışın toplumsallaşması ‘bendeki’lerin bir şekilde dayatılması değil, geniş kalabalıklar ile ‘biz’i inşa etmektir. Bu da siyasetin anlık, günlük, kısa vadeli beklenti ve çalışmalarına göre değil, istikrarlı ve uzun erimli çalışmalar ile mümkündür.
Toplumsal barış kültürü; hayata, insanlara ve onların haklarına saygıdan başlar, bu da insanlar arasında değer, tutum, gelenek-görenek ve yaşam farklılıklarına saygı ile başlar, sonrası kapsayıcı bir dil ve diyalog ile örgütlenmektir. Örgütlenmek/örgütlü bir topluma dönüşmek ise hayatlarımızdaki devleti küçültmekten geçer.
‘Barış’, hayatlarımızda devleti küçültmektir
Platon’a göre devlet ‘doğal ihtiyaçlar’ sonucunda ortaya çıkmış bir kurumdur. İnsanlar bütün ihtiyaçlarını tek başlarına karşılayamayacakları için başkalarına ihtiyaç duyarlar. Bir süre sonra insanların ihtiyaçları giderek daha çok çeşitlilik sergiler ve daha fazla meslek alanı ortaya çıkar, bu da devletlerin ortaya çıkışına sebep olan koşulları hazırlar.
Platon’un ‘doğal ihtiyaçlar’dan hareketle ortaya çıkmıştır dediği devletlerin ilklerinden bir tanesi olduğu ifade edilen Sümerlerin devletleşmesinde daha farklı saiklerin olduğunu görebilmekteyiz. Göçebe bir hayat tarzına sahip olan Sümerlerin, Mezopotamya’da yerleşik hayat tarzına sahip olan topluluklar üzerinde egemenlik kurması ile birlikte ilk devlet ortaya çıkmıştır. ‘Devlet, amacı sosyal düzenin, adaletin, toplumun iyiliğinin sağlanması olan, belli bir toprak parçası üzerinde yerleşmiş bir insan topluluğuna dayanan ve bu topraklar üzerinde bulunan her şey üzerinde nihai meşru kontrole sahip, siyasi örgütle (hükûmet) donanmış sosyal bir organizasyon’ olduğu ifade edilse de, devlet özünde en örgütlü şiddet tekelidir.
Sümerler, yaklaşık MÖ 4000-2000 yılları arasında Güney Mezopotamya’da, Antik Mısır ise MÖ 3.050 yılları civarında Nil Deltası’nda kurulmuş devletlerdir. İnsan benzeri canlılara ilişkin eldeki en eski kanıtlar 1 milyon 800 bin yıl öncesine uzanırken, son keşifler bu tarihi 250 bin yıl geriye atmaktadır. Şu haliyle 6000 yıllık süreç insanlık tarihinin çok küçük bir kısmını teşkil etmektedir. Devletler kurulmadan da insanların sosyal, toplumsal bir hayatları ve de ihtiyaçları vardı, büyük medeniyetler kurmuşlardı. Amerika kıtasında şehirlere dayalı kurulan Maya, Aztek ve İnka medeniyetlerini görüyoruz.
Doğadaki düzenin bir devamı olan devleti diğer canlılar gibi, büyük bir organizma, doğal bir varlık olarak düşünen Platon, Aristoteles, Farabi ve İbn-i Haldun’un çabalarını içine doğdukları sistemi daha geniş kesimler için ‘normalize’ etme olarak ifade etmek de pekala mümkündür. Siyaset ve toplum arasında ilişki üzerine yazan Amerikalı sosyolog, siyaset bilimci ve tarihçi Charles Tilly’e göre devlet olmanın gerektirdiği dört ana faaliyet vardır ve bunlar; savaşmak, devlet kurmak, himaye etmek ve kaynak çekmektir. Bunların her birinin savaşmak faaliyetiyle doğrudan ve dolaylı ilişkisi vardır.
Haliyle, savaşın devlet/ulus devlet ile ilişkisi sadece kuruluş açısından değildir. Modern zamanlar ile birlikte her ne kadar savaşmak faaliyeti bir ilk şart olsa da, ulus-devlet yapısı içerisinde süregelen bir savaşmak eylemi söz konusu oldu. Bu noktada, milliyetçilik, milliyet ve ulus-devlet arasındaki bağı kurabilmek için Habermas’ın üç aşamalı ulus devlet fikrine danışılabilir. Habermas’a göre ulus devlet, öncelikle, etnik kökenlerine bağlı olarak yaşayan grupların devletleşmesi süreci değil, tam tersine iktidardakilerin güçlerini komşu sınırlara ve topluluklara dayatmasıyla ortaya çıkar.
İkincisi, belirli bir homojenlik iddiasında olan bu ulus-devletlerde, etnik köken, dil, din ya da kültürel olarak bir homojenlik organik olarak söz konusu değildir ve üçüncüsü de tam da bu nedenle, ulus-devletler temelde ya asimile edilmiş, baskı altına alınmış ya da marjinalleştirilmiş topluluklardan oluşur. Ulus-devletin coğrafi sınırlara bağlı bir politik örgütlenme kurma ve bu örgütlenmenin her köşesine aynı oranda hâkim olma, her köşesini aynı oranda himaye etme amacı bulunur. Bu nedenle ulus-devlet, kendisini güçle bağımlı kıldığı bu toplulukları, homojenleştirme yoluyla millet ilan eder. Hem düşman ilan etme hem kaynak çekme, hem himaye hem de devlet kurma unsurları açısından milletin belirleyici kriteri, bu homojenleşmiş coğrafi iktidardır. Bu homojenleşme de insan topluluklarını millete dönüştürmeyi ve sonuçta milliyetçilik fikrinin ulus-devletin ana ideolojisi haline gelmesini sağlar.
Militer bir ulus-devlette ordunun ve askerin fiziksel ve kavramsal varlığı ve önemi, göğüs göğüse bir savaştan çok öteye taşınmış ve devletin formu haline gelmiştir. Bu savaşmak eylemi ve onu takip eden militarizm, Tilly’e göre homojen ulus-devletin sosyal yapısının temelini oluşturur, ve diğer her türlü etnik, kültürel, dilsel, dini ya da diğer ortaklıkları yok sayarak, belirli semboller üzerinden yeni bir dil-din-sembol ortaklığı oluşturur. Bu sembollerin hepsi aynı militarist yapıyı ve düşünceyi temel alır, aynı ‘savaşmak’ eylemini merkezine oturtur ve haliyle yine savaşmak-düşman-milliyet kavramlarını yüceltir.
Militarizmin salt bir devlet kurma aracı değil, aynı zamanda ulus-devletin sürdürülebilirliğini tesis eden bir aygıt olarak görünmesi de bu sürekli savaş hazırlığından ileri gelir. Diğer bir deyişle, milliyetçilik ideolojisi ulus-devletin temel ideolojisi ise, bunu mümkün kılan geniş çerçevede tanımlanmış militarizmdir. Zorunlu askerlik kanunları ve uygulamaları, tam da bu ‘sürekli savaşa hazırlık’ çerçevesinde ve sürekli düşman yaratımıyla meşrulaştırılır. Böylece, sürekli savaş halinde olan ulus-devlet, yüzünü, kendisi için savaşmak eylemini gerçekleştirecek olan tek kişiye, vatandaşa döner.
Vatandaş, bu şekilde ordulaştırılır ve militerleştirilir. Militarizmin merkezi kavramı olarak disiplin ve itaat ortaya çıkar. Toplumsal hayatın devamı ve düzeni, büyük ölçüde üyelerinin toplumsallaşma süreçlerinde öğrendikleri standartlaşmış davranış kalıplarına ve sosyal-kültürel normlara uymalarına bağlıdır. Uyma davranışı bir güç ya da kontrol tarafından gerçekleştiriliyorsa buna itaat denir. İtaat her defasında boyuneğmeyi zorunlu kılar. Zaman zaman geniş kitleler ‘zorunluluğun bilinci’ ile itaat ederler, buna bir yerde boyun eğme de denir.
- yüzyılın başında dünya ekonomisinin en tepesinde yer alan İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya ve Amerika arasındaki rekabet 1. Dünya Savaşı’nı doğurdu. Dünya pazarlarını yeniden paylaşıma açan savaş, milyonlarca emekçinin birbirini öldürmesine, üretici güçlerin tahrip olmasına yol açtı. Ama sistemde yaşanan çelişkiler çözülmedi, aksine katlanarak büyüdü ve sistemde derin bunalımlara yol açtı. İnsanlık bugün hala bunun sonuçları ile uğraşıyor.
Dün olduğu gibi günümüzde de milyonlarca insanın kendi yaşam alanlarını terk ederek başka coğrafyalarda yaşamı kovalaması, göçmen yaşaması geldiği ülke insanları ile arasındaki kültürel, ekonomik farkların kapatılmasını her zaman imkansız kılmaktadır. Özellikle 2008 küresel ekonomik krizi ve Orta Doğu savaşları sonrasında yaşanan kaçak göçmen ve sığınmacı krizleri Avrupa’da büyük bir toplumsal huzursuzluk yarattı.
Yeniden hortlatılan milliyetçi/militer söylem ve politikalar ile sınır güvenliği, aile kutsiyeti üzerinden büyük acılar sonucunda oluşan görece insan haklarını ve özgürlüklerini içeren ‘Avrupa kimliği’ ciddi bir aşınmaya uğramaktadır. Burada olay sadece aşırı sağın politik söylemleri ve yaklaşımları değil, bir bütün devlet elitlerini oluşturan ‘sosyal demokrat’, merkez, Hıristiyan demokrat ve hatta tıpkı Almanya’da olduğu gibi kendilerini sistem karşıtı olarak ifade eden kimi sol ve Yeşiller’in de mevcut sonuçlar üzerinden bir okuma yaparak pragmatist tavırları ile aynı tehlikeli kulvara düşmeleridir.
Bir bütün insanlık büyük bir kriz içinde, bundan çıkmanın yolu devletlerin gasp ettiklerini büyük örgütlenmeler ile geri almak, devlet tarafından gasp edilen sosyalitesi ve özgürlüğüne yeniden kavuşmasıdır. Bu da hayatlarındaki devlet tekelini küçülterek kendi toplumsal örgütlenme alanlarına kavuşmaları ile mümkün olacaktır. Bunu ayrıntılı konuşmak da bir sonraki yazının konusu olsun.
Yazı dizisi ‘Devleti küçülterek hayatlarımızı büyütmek’ ile son bulacaktır.