On yıldan fazladır, hemen her 6-7 Eylül yıldönümünde 1955 yılında başta İstanbul olmak üzere ülkenin bazı illerinde yaşanan büyük pogromu konuşuyoruz.
Yaklaşık 50 yıl boyunca milli bir sır gibi, kamusal alanda asla anımsanmayan vahşet görüntüleri, 2005 yılından bu yana yazı, yorum, itiraf ve sayısız fotoğraf ile gündem oluşturuyor.
Doğal olarak meselenin en çok irdelenen yanı, böylesi geniş katılımlı bir operasyonun hazırlık ve uygulanma yöntemleri. Gerçekten de bu büyük talan eylemini gerçekleştirecek olan binlerce, hatta belki de on binlerce çapulcunun temini, donatılması ve yönlendirilmesi, üzerinde durulması, ayrıntılarıyla incelenmesi gereken bir konu. İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor; acaba olayların öncesinde Özel Harp Dairesi’nin veya Azınlıklar Tali Komisyonu’nun yabancı uzmanlardan oluşan konukları olmuş mudur? Ne de olsa önümüzde bu soruyu akıllara getirmek üzere tespit ettiğimiz 1 Mayıs 1977 tertibi gibi örnek var. Yoksa bizim milli ve yerli unsurlarımız bu gibi meselelerde gerekli tecrübe ve beceriye zaten sahip miydiler?
Ancak bugün beni meraklandıran, böylesi bir vahşetin motivasyonu. Salt Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bahçesine basit bir ses bombası atılmasıyla açıklanamayacak kadar büyük bir öfke kabarmasından bahsediyoruz. Bu denli büyük nefreti açıklamak için olayların seyrini de doğru tahlil etmek gerekir. İşyerlerine veya konutlara yönelik saldırılarda temel dürtü çalmak, gasp etmekten öte, zarar vermek üzerine kurgulanmıştı. Bütün bunlar arasında hırsızlık olayları tabii ki yaşandı, ama genel olarak gözlenen, işin bu kısmının ikinci planda olduğudur. Buzdolaplarını, büfeleri veya gardıropları pencerelerden sokağa atma görüntüleri, veya kumaş toplarının araçların tamponuna bağlanarak metrelerce sürüklendiği görüntüleri anımsadıkça, öfkenin ve nefretin çalma dürtüsüne ağır bastığını söylemek mümkün.
Bu da bir kez daha toplum psikolojisi üzerine düşünmemizi gerektiriyor. Yoksa Türkiye’de sağ cenah siyasetçilerinin bıkıp usanmadan dillendirdikleri ‘Milli birlik ve beraberlik ruhu’ böylesi zamanları işaret eden bir şablonun formülasyonu mudur?
Özellikle birkaç hafta önce Ankara Altındağ’da yaşananlar, konunun ve bu konudan hareketle oluşan soru işretlerinin ne denli güncel olduğunun kanıtı gibi. Orada da vahşet sahneleri bindirilmiş kıtalar eliyle gerçekleştirildi. Saldırı mağdurları, saldırganları daha önce semtlerinde, sokaklarında görmediklerini ısrarla belirtiyorlar. O zaman akla gelen ikinci soru, peki o semtte, sokakta oturanların bütün bu olanları nasıl algıladığı üzerine olmalı. Öyle ya, yıllardan beri komşuluk ettiğin, çocuklarının sokakta çocuklarıyla birlikte oynadığı, sırasında selamlaştığın, dükkanından alışveriş ettiğin bu insanlara yapılanları, perde arkasından duyarsızca izlemek de özel bir motivasyon gerektiriyor olmalı. Nitekim sonradan tanık olduğumuz anlatılara göre, bu insanların yardımına sadece soydaşları, başka semtlerde yaşayan kendileri gibi Suriye’deki savaştan kaçarak Ankara’ya sığınmış Suriyeliler koşmuş.
‘İnsanlık’ sözcüğüyle tanımlanabilecek tüm duygu ve davranışların bu denli kolay terk edilmesi siyaset bilimciler kadar, belki de daha fazla toplum psikolojisi üzerine çalışanların ilgi alanını oluşturmalı.