Prof. Dr. Adnan Erkuş ile toplumun psikolojisini ve arka planını konuştuk
Yusuf Gürsucu/İstanbul
Toplumsal boyutta ciddi travmalar yaşandığı bu dönemde mevcut iktidarın ve yandaş partiler ve iktidara yakın gazete-TV gibi araçlarla desteklenen baskılar ve türlü uygulamalar sonucunda, hangi sorunların toplumsal anlamda psikolojik bir bozulmaya yol açtığını Prof. Dr. Adnan Erkuş’la konuştuk.
*Toplumlarda önyargı nasıl ortaya çıkar? Yönetenlerin toplumsal psikoloji üzerinden bir algı yarattıkları ve halkı sessizliğe yönelttikleri söylenebilir mi?
Önyargı, öncelikle, doğrudan yaşantı yoluyla edinilmemiş bir kalıplaşmış tutumdur. Tutum ise, bir şeye karşı veya yana olma eğilimidir ve öğrenme sonucunda oluşur; bu öğrenme, doğrudan yaşantı yoluyla edinilmediğinde önyargı adını alır. Örneğin, “siyah derililer (‘zenciler’) pistir” bir önyargıdır. Oysa, araştırmalar göstermiştir ki, bir ‘zenci”yle aynı odayı paylaşan pek çok kişi, onun kendisinden daha temiz olduğunu gördüğünde, öncelikle bilişsel bir çelişki yaşamakta, sonra da yeni duruma göre bilişini yeniden yapılandırmaktadır. Bu durum, doğrudan yaşantı geçirmediğimiz bütün “öteki”ler için geçerlidir: “Bıyığı şöyle olanlar şucu’dur ve böyledir” gibi. İktidar, okumayan cahil bırakılmış kitlelerde önyargı oluşturmada epey başarılıdır; hatta kendi sorumluluğunda olan pek sorunda (“faiz lobisi”, “manav terörü” vb) hep bir düşman yaratmayı kolaylıkla başarabilmiştir. Önyargının olumsuzluğu, ancak yaşayarak ortadan kalkacağından önyargıları yok etmek gerçekten çok zordur. Bu konuda sosyal psikolojide çok zengin bir araştırma alan yazını vardır. Öncüsü de, bizim topraklarımızda çok acı çektiği için 1940’lı yıllarda ülkeyi terk eden M. Sheriff’tir ve “norm”ları ve bu tutumları incelemiştir.
Soru karışık olmakla birlikte, ikinci cümleyi açıklamaya çalışayım. Evet, yönetenler her dönem tam da bu nedenle, bir “öteki” yaratırlar ve ona ilişkin çeşitli suçlamalarla bir önyargı oluştururlar; çünkü, bu yönetmeyi kolaylaştırır. “Dinci”, “komünist”, “terörist” vs. Oysa, bu söylemlere muhatap olanlar, ne “solcu”, ne “komünist”, ne de bilmem ne bilgisine sahiptir ve zaten araştırmazlar ki… Bu önyargı bir oluştu mu, artık ‘sıradan’ yurttaş, salt dış görünüşü öyle olduğu için, benzer kişilere bu önyargıyla yaklaşır ve davranır; tüm “antenlerini” kapatır. Elbette, bu söylediklerim, araştıran-sorgulayan-okuyan kişiler için geçerli değildir; zaten yönetenler de bunlara yönelik hitap etmezler… Elindeki “akıllı telefon”la merak edip “google amca”ya bile başvursalar hiç olmazsa kafaları karışacak (kafa var ki karışır), ama onlar biat (otoriteye itaat) kültürü içinde yetişmişlerdir; “reis ne dediyse odur” anlayışıyla hareket ederler; çünkü binlerce yıllık Anadolu kültüründe ayakta kalmanın en uygun yolunun güce itaat etmek olduğunu” acı yaşantılarla öğrenmişlerdir.
Anadolu’da hangi köye giderseniz gidin, hep size çok güzel davranırlar, önce çeşitli sorularla sondaj yaparlar, hemen düşünce ve niyetlerini ortaya sermezler; aksi halde ayakta kalamazlardı ki… Ne zaman ki güç dengesi bozulur ve yeni güç ortaya çıkar (Evren’den önce sol, Evren’den sonra Özal, ANAP’tan sonra Anayol, Anayol’dan sonra AKP vs…) , hemen, “Aaa biz de sizi bekliyorduk, o gidenler yok mu, o gidenler” diye hayıflanmaya başlarlar. Bunu anlamayan-çözümlemeyen bir ideoloji Anadolu’da var olamaz! “Halkı sessizliğe yöneltmek” kısmen ayrı bir konu. Halk neden sessiz olur? Öncelikle, Anadolu halklarının binlerce yıldır başına gelenler yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım, “güç varolduğu sürece ‘tapınma’ya, zayıfladığında ‘terketme’ye” yönelik olduğu, yani güce biat ettikleri için… Ama sonrası, çok daha karmaşık sosyoekonomik-kültürel-psikolojik-siyasi vb gelişmelere dayanmaktadır. Pir Sultan’dan Yeniçerilere, Jön Türkler’den M. Kemal’lere, Mustafa Suphi’lerden Zekeriya Sertel’lere, Mahir’lerden Deniz Gezmiş’lere, 1968’den 1978’lere vs. iktidara başkaldıranların başına gelenleri(!) görmeleri-duymaları veya bizzat yaşadıklarındandır ki (sosyal öğrenme), bu da öğrenilmiş çaresizliği ve boyun eğmeyi (biatı) pekiştirmiştir.
Önyargıdan nasıl kurtulunur? Bilgiye (yaşantıya) sahip olarak! İşte bütün iktidarlar bunun için bilgiden korkarlar ve halkın cahil kalmasını arzularlar. Son yıllarda, iktidarın pek çok temsilcisi bunu artık açıkça dillendirir olmuştur: “Eğitim düzeyi arttıkça bizden uzaklaşıyorlar”! “Yönetenlerin ‘yarattıkları’ algı”ya gelince; bence bugünkü yönetenler bunu anlayacak kapasitede değiller ki algı yaratmaya çalışsınlar! Anlamakta zorlanmamızın nedeni, çok ilkel olmaları olsa gerek… Herkes sanıyor ki tüm bunlar “toplum psikolojisini çok iyi analiz etmeleri”. Ancak, merdiven altında ve abuk “hoca”larının ötesinde düşünmekten o kadar acizler ki kimse bunu aklına getirmiyor; yapılanlara-söylenenlere bakın rahatlıkla görebilirsiniz.. Yani, aynı düzlemde değiliz! Söylemler ve yapılanlar okuyan-araştıranlara göre değil, ezilmiş-talancı-sadaka alanlara-güzel olan her şeye haset edenlere-biat edenlere yönelik…
*MHP Meclis’e ruh sağlığı yasa tasarısı verdi ve Devlet Bahçeli, ‘Bir toplumsal sözleşmeye, ruh sağlığı yasasına ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Ruh sağlığı yasasını TBMM’den çıkarılmasını içtenlikle bekliyorum’ dedi. Bu nasıl anlaşılmalı?
Bu soruya, 1) ülkemizdeki psikologlar açısından ve 2) içinde bulunduğumuz dönemde halkımızın psikolojik durumu açısından iki ayrı şekilde yanıt verilebilir. Türk Psikologlar Derneği’nin çeşitli aşamalarında çeşitli görevler üstlenmiş bir kişi olarak şunları söyleyebilirim: 1976 yılında derneğimizin kuruluşundan bu yana, gerek mesleki çalışma alanlarımızın çizilmesi gerekse yasal haklarımız açısından yasamızın çıkması için uğraştık, TBMM’de bu yasa hep “kadük” kaldı. Çünkü, hem alanımıza yakın alanlardan (psikiyatri, rehberlik ve danışmanlık vb) müdahaleleri önlemek, hem mesleki eğitimimizi şekillendirmek, hem de etik ihlalleri önlemek için yasaya gereksinimimiz vardı; yasamız çıkınca “oda” olacak ve bunları net biçimde önleyebilecektik; ama öncelikle alanımıza “sarkanların” sonra da TBMM’nin sık sık yenilenmesi veya yasamıza sıra gelmemesi sonucunda yasamız yıllarca çıkmadı, çıkarılmadı! Bunca yılda MHP (veya diğerleri) neredeydi? Bu arada, TPD 1999 depremi başta olmak üzere birçok toplumsal travmatik olayda gönüllü-parasal desteksiz yıllarca müdahalede bulundu; “kamu yararına dernek” statüsüne rağmen, dernekler masasında “kanaryanın kuyruğuna hayranlar” dernekleriyle aynı muameleye tabi tutuldu! Neredeydiler?
Öyleyse ikinci yanıt önemli duruma gelmektedir. İçinde bulunduğumuz, vahşi-ahlaksız-talan-zulüm vb dönemi o kadar ayyuka vardı ki, iktidar ortağı kendi sonunu da düşünerek, “toplumun psikolojisinin bozulduğu” yönünde bir uyarıda bulundu! Aslında bu çok daha vahim! Herhangi bir toplum, kendi kendine psikolojik bozukluk (küçük bilgi: psikoloji yalnızca davranış bozuklukları ve onların tedavisiyle uğraşan klinik psikolojiden ibaret değildir!) yaşamaz; içinde yaşanılan zorlayıcı etkenler önemlidir. Yönetenler hemen her gün yönettikleri insanlara kan-gözyaşı içiriyor, emekçilere ve karşı çıkanlara zulüm yapıyor, birgün söylediğini ertesi gün inkar ediyor vs ise o toplumdan hayır gelir mi? Bu her şeyden önce, toplumda önce kaygı ve sonra da depresif belirtilerin oluşmasına yol açar. Yaklaşık 17 yıldır, halkımız hemen her gün bir travmatik olay veya açıklamayla yüz yüze gelmektedir; tüm bunlara “patolojik” tanısı konduğundan ve koyanların başına türlü haller gelmesinden bu yana yıllar geçmiş ve bu travmanın şiddeti her geçen gün artmıştır.
Her bomba patlatıldığında yüzlerce kişinin ölmesinden ve “patladıkça oylarımız yükseliyor” söylemlerinden sonra da hep ağır travma yaşayan bir toplumda, patoloji bireysel olmaktan çıkıp toplumsal hale gelmiş demektir. Ünlü bir fıkra vardır: Padişahın (veya kralın) biri ekmeğe zam yapmış ve sonra vezirini (yardımcısını) tepkileri öğrenmek için halkın arasına göndermiş, “bir şey yok” yanıtından sonra bir daha zam yapmış ve bu kez “kara kara düşünüyorlar” gözlemi yapılmış, bir daha zam yapılmış bu kez “zil takıp oynuyorlar” denince padişahın (kralın) “tamam artık yapmayalım” deme aşamasına gelinmiştir. Artık “sadaka”nın da, yandaşlığın da iflas ettiği noktaya gelinmiştir; iktidar ortağı MHP bu nedenle “toplumsal ruh sağlığı” yasası çıkarılsın istiyor olabilir, bilemem. Çünkü, bu nokta artık “kopma-sıyrılma-sıyırma” noktasıdır. Tüm toplum, toplumsal bir patoloji yaşama noktasına getirilmiştir: Paranoya, şizofreni, depresyon, vs artık bireysel olmaktan çıkıp toplumsal boyuta uzanmıştır! MHP’nin kurulduğu günden beri rolünü bilenler için bu sürpriz olmasa da gelinen noktada “artık zil takıp oynamaya başladılar, dikkat” uyarısı da olabilir; psikoloji biliminin alanını “imamlara” vb açma yolu da olabilir. Çok acıdır ki, bilime “pozitivizm” saldırıların, bu arkaik idealist yönelimlerin önünü açmasıyla hepsi eşzamanlı gerçekleşmektedir. Bu konuda hemen bir şey söylemek istiyorum; bunların, bu ülke yöneticilerinin zihinsel ve entelektüel birikimlerini aşan, bir yurtdışı “üst-akıl” ürünü olduğu belki ileride kanıtlanabilir.
*Adaletin işlemediği ya da sadece bir kesim için işletildiği toplumların psikolojisi hangi yönde gelişir?
Sizce? Bir çocuğun gelişiminde temel ahlak (“moral” anlamında), bağımlı olduğu ebeveynlerden öğretmenine, sonra okul müdürü ve yasalardan evrensel ahlak yasalarına doğru gelişir: Dışa bağımlılıktan özerkliğe doğru… Çocuk, varolan yasaların ve ahlak kurallarının işlemediği noktalarda, yasaların değişmesi ve evrensel ilkelerin geçerli olduğu aşamaya eğitim, yani bilişsel gelişim boyunca ulaşır. Bu nedenle, bilişsel gelişimini tamamlamamış kişiler isterse 50 yaşında olsun, hala kısasa kısas bir ahlak anlayışına sahip olabilir: “Her köşe başında bir kişiyi sallandıracaksın, bak nasıl düzeliyor” anlayışı, Mecelle hukuku veya psikolojik açıdan somut işlemler dönemine ait çocukların ‘ceza çektirici ceza’ anlayışından öteye geçemez. Bu bakımdan adalet anlayışı gelişimi bir zihinsel gelişim gerektirir; bilişi gelişmeyenin ahlak anlayışı da gelişmez..
Adalet, güvenle bağlantılı bir kavramdır; güven önce ana-babaya, sonra içinde bulunulan topluma karşı geliştirilir. Bu temel güven oluşmazsa, kişinin sonraki yaşamı da güvensizlik üzerine şekillenir. ‘Devlet’ ne demekse, onun adalet anlayışı zedelendiğinde ise toplumsal sözleşmeden söz etmek olanaksız olur. Laf aramızda, hiçbir sınıflı toplumda bu toplumsal adalet olanaklı değildir; çünkü her devlet bir sınıf için vardır; dolayısıyla diğer sınıf ya da sınıflar için adalet söz konusu değildir. Sümerlerden Romalılara, Bizanslılarda Osmanlılara, Çarlık Rusya’sından burjuva devrimi sonrası Fransa’sına kadar bu böyledir: Adalet, hep egemen sınıflar için vardır! Eh, böyle bir ortamda, toplumun psikolojisini tahmin etmek hiç de zor değildir… Bunu, geniş kitlelerin farkına vardırmak, yaşantının yanında bilinç taşımakla olanaklıdır. Bugün, ülkemizde, kendi sınıfsal çıkarlarının tam tersine adalet uygulanan kimselere bunu ulaştırmak çok zordur; çünkü, asalak bir toplum yaratılarak bir sanal adalet anlayışı egemen kılınmıştır: “Bizden veya bizden değil”… Ama, toplumun temel yasaları sınıfsaldır ve er geç bu aymazları da aşacaktır.
* Özgürlük, eşitsizlik ve işsizlik toplum sağlığını nasıl etkiliyor?
Sorudaki kavramlar çelişkili, ama “özgür olmamak” şeklinde değiştirirsek konuya devam edebiliriz. Özgürlük veya eşitlik pek çok kişi için soyut veya salt isimlerinin çağrıştırdığından dolayı itici gelebilir; ama işsizlik tam da gerçek yaşamın karşılığı somut bir durumdur ve bunu yaşayanlar için diğer ikisinden daha yakıcıdır. İnsanlar öncelikle doğaldır ki karınlarının doymasını hedeflerler. Zaten, “özgürlük ve eşitlik” bizim gibi ülkelerde yaşayan çoğunluk için “uzak durulması gereken” anlaşılmaz-tehlikeli kavramlardır. Aslında, bilinçli insanlar için, karnın doyması; dünya sınıfsal mücadele tarihinin ve bilimin gösterdiği gibi tam da özgürlük ve eşitlikle olanaklıdır; ama bu bilince ulaşmayanlar için öncelik midedir (asalak toplum yaratma da buradan başlar). Neyse…
Özgürlük-eşitlik ve iş olmazsa toplum sağlığı nasıl olur? Dedik ya, önce mide; son günlerdeki iş ilanlarına başvuranların sayısına bakılması bile her şeyi açıklar. İşsizlik resmi rakamlara göre %12, en dinamik yaş kesiti olan 20-25 yaş arasındaki üniversite mezunlarında ise %25 civarında… Taşeron işçiler, el konulan şeker fabrikaları vb işletmelerden çıkarılanlar, aylardır maşlarını alamayan ve üstelik işten atılan işçiler ne hissederler, psikolojikten geçtik fiziksel sağlıkları ne durumda olur, açık değil mi? Evde çoluk çocukları ne yer ne içer, okullarının masrafları ve okulda yaşıtları arasındaki psikolojik durumları vs açık değil mi? İntiharlar, cinnet geçirmeler, öldürmeler niye artış gösterdi? İşten atılmaların, öğretmenlerin atanmamasının, hacizlerin, iflasların vs kişisel psikolojilerin ve aile yaşantılarının bozulmasında ne sonuçlar doğurduğunu anlamak için psikolog olmaya gerek var mı? Maddi koşullar psikolojiyi belirler. Bunu önlemek için, “her şey senin fıtratın, bu dünyada olmazsa cennette yaşarsın” vb söylemlerle psikologların yerinin din adamlarıyla doldurulmasının nedeni de bu değil mi? “Aman uyanmasınlar!”
*2011 yılında sağlık bakanlığı ‘Ruh Sağlığı Eylem Planı’nı açıklamıştı. Taciz ve tecavüzler sonrası bu durumu evliliğe dönüştüren yeni bir yasa yine Mecli’e geldi. Böyle bir durum çocuğun yaşamında nasıl bir iz bırakır?
Yasa ve akıbetini yukarıda açıklamaya çalışmıştım. Bahsedilen, “çocuk gelinler”, “çocuklara taciz ve tecavüzler” ise söylenecek çok şey var. “Kafaları uçkurlarından ibaret olanlar”ın son yıllardaki açıklamaları dehşet vericidir: “9 yaşında bir kız çocuğuyla evlenebileceği”, “çocuğunuz bile olsa dizinize oturan bir kız çocuğundan şehvet duyulabileceği”… terbiyem uygun olmadığı için söyleyemeyeceğim daha pek çok “abuk-sabuk” açıklama-fetva; ne bugünkü ahlak ne yasa ne de insanlık gelişimine uygundur. İlkel kabilelerde bile böyle bir şey söz konusu değildir; hayvanlar bile doğurganlığa ulaşmayanlara dokunmazlar. Bunları söyleyenler bir an önce tedavi edilmelidir; çünkü her durumda sapıktırlar. Normal çocukluk ve ergenlik çağını yaşayamayan bu sapıklar, bu ilkel dürtülerini tatmin etmek için dinsel bir örtü kullanmaktadırlar. İşin acı tarafı, bunun bir bireysel sapıklık olmaktan çıkıp dinsel ve yasal gerekçelerle donatılmasıdır.
Ensar’ından bilmem ne vakıflarına, TeVelerde konuşan kelli-felli ilahiyatçı proflarına kadar yaşananlar ve söylenenler, normal insanların tüylerini diken diken etmeye yetmektedir. Biyolojik ve psikolojik olarak hiçbir kız çocuğu (neden “erkek” değil) cinsel birleşme, ana olma, eş olma vb aşamaya belirli bir yaş ve deneyime kadar gelememektedir. Eh kadına-kıza bakış açısı belli olanlardan başka bir şey beklenebilir mi? Biliyorsunuz, hastanelerimizde çocuk annelerin yasadışı doğum yapma ve bunlara göz yumma oranları çok ama çok artmıştır. İmam bilmem ne yaparsa, cemaat ne yapmaz ki!? “Çocuk” önemli mi ki, ergenliği tatminsiz geçen yaratıkların umurunda mı ki!? Binbeşyüz yıl önceki dini “yasalara” göre alır bir tane daha!.. Çocuk “gelinlerin” yasa olarak meclise gelmesi bile 21. yüzyılda büyük bir utanmazlıktır. Adı üstünde “çocuğun” yaşamındaki yıkıcı etkileri ise kitaplara sığmaz… Hele, bu tür durumlarda, “mahkeme”lerin verdiği kararlar ise utanç vericidir, çok can yakıcıdır. Bir “çocuğun” tecavüzcüsü ile evlendirilmesi mi, yok erkeğin uyarılması mı, yok kravat taktı diye ceza indirimi mi… midem bulanıyor; yanıtlamak bile ağır geliyor.
*Depresyon da bir ruh sağlığı sorunu. İçinde bulunduğumuz koşullarda ise en çok depresyon vakaları ortaya çıkıyor. Bu durum, çok büyük bir kitlenin ruh sağlığının bozuk olduğunu mu gösteriyor?
Evet, depresyon bir psikolojik bozukluktur ve öncelikle dışsal etkenler sonucunda ortaya çıkan bir çökkünlük, yaşamdan zevk almama, çaresizlik, yalnızlık, umutsuzluk durumudur ve iştahsızlık, cinsel bozukluklar, uykusuzluk gibi pek çok psikosomatik bozuklukla birlikte ortaya çıkar; tedavi edilmezse, intihara kadar gider. Depresyon öncelikle bilişte ortaya çıkar. Birey öyle baş edemeyeceği olaylarla yüz yüze kalır ki, ne yapsa da sonucunu değiştiremeyeceğini artık kabullenir: İşten atılmıştır ve nereye başvursa işe girememektedir; hakkını aramakta ama, ne yaparsa yapsın haklı olmasına karşın başarılı olamamaktadır vs.
Yahu, bu kadar işten atmalar, nedensiz tutuklamalar, zulümler, her gün kendisine hakaret edilmesine rağmen bir şey yapamamalar vs. karşısında bir şey yokmuş gibi davranmak normal midir? Bunun, bireyin fiziksel ve psikolojik sağlığına etkisinin olmaması olanaklı mıdır? “Normal” koşullarda depresyon bireyin kendi çabası ve çevresiyle sınırlıyken bugün ülkemizde toplumsal bir sorun haline gelmiştir. Zamlar, işten atmalar, bombalar, nedensiz tutuklamalar, üniversiteden mezun olup da işsiz kalmalar vb., herhalde mutluluk ortaya çıkaracak değil. Yarınsız, umutsuz bir gençlik, ne yaparsa yapsın, ne kadar haklı olursa olsun salt muhalif olduğu için mahkemelerin aleyhine karar verdiği ‘çaresiz’ yığınlar bireysel değil toplumsal depresyonun göstergeleridir.
*Şehirlerde ruhsal hastalık görülme oranı, kasaba ve köylerden daha yüksek olduğu belirtiliyor. Niçin böyle?
Tarıma vurulan son darbelerden sonra köylerde de insan kalmadı ya, kalanların arasındaki ekonomik yardımlaşma, sosyal ve psikolojik destek ve geniş aile yapısı önemli bir etken olarak görülebilir. Şehre göçenlerin bu aile yapısı ve destekten mahrum olmaları daha olası. İnsanlar zaman zaman tek başlarına kalmayı yeğleyebilirler, bu sağlıklı bir durumdur; ancak kalabalık içinde yalnız kalmak insanın doğasına aykırıdır. Şehir, büyük bir fabrikanın dişlileri gibi insanları öğütür, un-ufak eder; ancak örgütlüyseler sorunlarıyla baş etme gücü bulabilirler. Ülke koşulları ortada, çevre koruma ve hatta futbol dahil her türlü örgütlü gücün dağıtıldığı bir ortamda çaresizlik, yalnızlık, umutsuzluk duygularının yeşermesi kaçınılmazdır.
*Bir çözüm süreci yaşandı ve ardından yaşanan süreç, Türkiye halklarının tamamında ciddi bir travma yarattı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemiz öyle renk ve çeşitlilikte ki tüm bunların bir arada yaşaması ancak barış, eşitlik ve özgürlükle olabilir. Hiç değilse, Avrupa burjuva demokrasileri düzeyinde bile gerçekleşse, bu ülkede kan durur, üretim artar vs. 35 yıldır binlerce insan öldü, öldürüldü; geride kan, gözyaşı kaldı. Emperyal güçler ve onların ülke içindeki uzantılarının amaçları ve çıkarları anlaşılmadan bunu açıklamaya çalışmak sadece polisiye ve hamasi açıklamalardan öteye geçmez ve biz birbirimizi kırar dururuz. Her türlü savaş, yıkım, gözyaşı, travma demektir. Emperyal güçlerin demokrasi diye bir derdi yoktur; silahlarını ve mallarını satarlar, madenleri kendi ülkelerine taşırlar; siyasi manipülasyonları hep buna yöneliktir. Kalıcı barış ve kardeşliği, ancak ve ancak bu ülkenin öz kardeşleri birlikte getirebilirler; bu gerçekleştiğinde travmalar onarılabilir, mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşanabilir.
*Seçim sürecine girildi ve birçok kent, ilçe ve köyde hayalet seçmenler ortaya çıktı. Böyle bir sürecin sonunda kabul edilebilir olmayan bir sonuç çıktığında bu durumun halkın üzerinde ki etkisi ne olur?
Son birkaç seçimde hile ve hırsızlıkların sonuçlara katkısını bilmeyen, görmeyen kalmadı. Özellikle parmak boyasının kaldırılması ve nüfus bildirimine dayalı seçmen belirlenmesi, her türlü sahtekarlığın önünü açtı. Kağıt üstünde yepyeni bir sokak, hatta mahalle “icat” edilse, bunu denetlemenin olanağı yoktur; çünkü kağıt üstünde her şey kitabına uygundur. Kaldı ki, demokrasi sadece seçimlerde oy kullanmaktan da ibaret değildir. Üstelik, meclisin kıymeti harbiyesi ortadan kalkmış, özellikle yerel yönetimlerin hiçbir güvencesi kalmamıştır. Yerel yönetimlere istenildiği zaman kayyum atandığı, belediye başkanlarının istifa ettirildiği bir ortamda aslında seçim de ortadan kalkmıştır. Bu gerçekler görülmez ve buna uygun mücadele edilmezse yapılacaklar sadece kayıkçı kavgası olur ve yine ‘atı alan Üsküdar’ı geçer’. Sonuç olarak, binlerce sahte seçmenin ortaya çıktığı, binlerce seçmenin yerinin değiştirildiği veya yok sayıldığı bir seçimde kabul edilebilir bir sonuç çıkabilir mi? Bu yerel seçimlerin, iktidar için sadece bir önemi var görünüyor; o da uluslar arası kamuoyuna karşı meşruluğunu devam ettirdiğini gösterebilmek; zaten belediyelerin mali harcamaları iktidara bağlandı, zaten istenildiği zaman bir kararnameyle yöneticiler görevlerinden alınabilmekte.
Bundan 2-3 seçim öncesi güçlü bir karşı duruş olsaydı anlardım; artık gerçekten ‘atı alan Üsküdar’ı geçmiş’ durumda gibi. Halkın üzerindeki etkisi ne olur? “Tek dişi kalmış” seçimlere de güven ortadan kalkacak, ama iş işten de geçmiş olacak. Ülkede ne varsa satılmış; sağlık, eğitim, tarım, hukuk, sanayi ne varsa diplere vurdurulmuş durumdadır ve iktidar seçime kadar ekonomik durumu çok zor idare eder duruma gelmiştir. Aslında, solcuların halka götüremediği bilinci, iktidar kendi eliyle oluşturmaktadır. Objektif koşullar çok olgundur, ama subjektif koşullar evlere şenliktir; strateji-taktik gereği bile “sen-ben bizim oğlan” sekterliğinden dolayı büyük bir cephede bir araya gelinememenin acısını yakın gelecekte herkes çekecek gibi görünmektedir.
Yardım, kişiye verdiği psikolojik doyumu bir yana bırakırsak tek yanlı bir davranıştır; oysa dayanışma karşılıklıdır ve karşılıklı fedakârlık gerektirir. Dayanışma, halka büyük bir umut verir, ağır depresyon durumundan çıkılmasının önünü açar. İkinci bir Ortaçağı durdurmak da dayanışmadan geçer.