Hukuksuz bir toplum olmaz. Hukuk, toplumu inşa eden en önemli unsurlardandır. Anayasa, bir toplumun bütün fertlerinin yasalar karşısında eşitliğini garanti altına alır. Bir hukuk devletinde vatandaşlar yargı tarafından farklı muameleye tabi tutulamaz. En azından anayasaya göre bu böyledir.
Ama pratikte sık sık farklı durumlar ortaya çıkar, her toplumda güç sahipleri yargı karşısında ayrıcalıklı bir konum elde eder, kayırılırlar. Böylesi durumlarda yine de bu ayrıcalıklı muameleden zarar gören vatandaşlara yargı yolu açıktır, itiraz edebilir, sonuç alabilirler. Eğer o devlet bir hukuk devletiyse.
Eğer bir ülkede devlet, hukuk devleti olmaktan çıkmışsa, güç sahiplerine yargının ayrıcalıklı muamelesi normalleşir, vatandaşların itirazları kulak ardı edilir, güç sahipleri “cezasızlık” denilen durumdan yararlanırlar ve toplum giderek dağılmaya başlar.
Bugün Türkiye, böylesi bir dönemden geçiyor. Vatandaşların yargı karşısındaki eşitliği ilkesi kaldırıldı, belli kesimlere düşman hukuku uygulanmaya başladı, yargı iktidarın denetiminde bir yönetme aracına dönüştü, cezasızlık iktidara hizmet eden güç odaklarının özgürlüğüne dönüştü.
Uluslararası bağlayıcılığı olan mahkeme kararları tanınmıyor, Anayasa dikkate alınmıyor.
Böyle olunca da yargı çığırından çıkıyor. Suç kavramı iktidarın talepleri doğrultusunda genişliyor.
Önce HDP’nin adalet yürüyüşü, sonra baro başkanlarının çoklu baro kanunu tasarısına karşı başlattıkları yürüyüş sırasında karşı karşıya kaldıkları müdahaleler, ülkede artık neyin suç neyin suç olmadığı konusundaki tek kriterin iktidarın yarar zarar hesabı olduğunu ortaya koydu. Anayasa’nın dokunulmazlık tanıdığı milletvekilleri darp edilir ya da seçmenleriyle buluşmalarının önüne set çekilirken, hukukçular milletin meclisinin bahçesine sokulmayıp bariyerlerle çevrelendiler, üzerlerine gaz sıkıldı ve yine darp edildiler.
Gazeteciler sadece mesleklerini ifa ettikleri için uzun süredir yargının hedefi olmuş durumda.
Sadece birkaç haftadır olanlar bile yargının iktidar tarafından nasıl kontrol edildiğini açıkça gösteriyor.
Bırakınız yargılanmayı, hükümet tarafından güvenliklerinin sağlanması gereken insan hakları örgütü üyeleri sıradan bir toplantı sebebiyle açılmış bir davada geçen hafta ceza aldılar.
Düşman hukuku bir kere uygulanmaya başladı mı, bir grup yurttaş düşmanlaştırılıp hedef gösterildi mi bunun önüne geçmek zordur. Sürekli yeni suçlar üretilir.
Yine geçen haftanın gündemindeki iki birbiriyle yakından ilişkili olay bu durumun nerelere varacağına örnek gösterilmelidir.
Selahattin Demirtaş, bu ülkenin en büyük siyasi partilerinden birinin eşbaşkanı olarak senelerce görev yapmış, iki kez cumhurbaşkanı adayı olmuş, milyonlarca seçmenden oy almış önemli bir siyasetçidir. İktidar tarafından rehin alınmış ve senelerdir cezaevinde tutuluyor olması bu durumu değiştirmez.
Selahattin Demirtaş’a yönelik yargılamalar uluslararası mahkeme kararları onun lehinde olsa da devam ettiriliyor, yeni davalar açılıyor.
Fakat yargı bir yandan da sadece Demirtaş’a karşı değil, Selahattin Demirtaş üzerinden yurttaşlara karşı da yeni suçlar uyduruyor. Bundan destek alan başkaları da bu suçu toplum içinde yayıyor.
Bir vatandaş, cezaevine ziyarete gidecek bir başka vatandaşa, o cezaevindeki Selahattin Demirtaş’a selam söylemesini söylediği için hakkında iddianame düzenleniyor, bir başka vatandaş ise Twitter’da Selahattin Demirtaş’ı takip ettiği için işten çıkarılıyor.
Geçen haftanın gündeminden bu iki olay düşman hukukunun belli bir aşamadan sonra nasıl komik uygulamalara yol açtığını gösteriyor. Ama gülüp geçmek zor bunlara. Hukuk bir kere raydan çıktı mı, toplum dağılır, cezasızlık şiddeti yaygınlaştırır ve bundan toplumun her ferdi zarar görür.
Çoklu baro yasasının tartışıldığı şu günlerde tam da bu nedenle yurttaşlar kendilerini yargının bu uygulamaları karşısında da savunacak avukatları desteklemelidir.