Bir pilot uygulama olarak İBB’nin darlanması ve yarına ilişkin tahminler, öngörüler
M. Ender Öndeş
Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezi Koordinatörü Yüksel Genç, geçtiğimiz günlerde Yeni Yaşam’daki röportajında, AKP’nin yeni seçim yasası hakkında şöyle diyordu: “Yasa tasarısına baktığımızda iktidar aslında oyun kurabilme gücünün hâlâ kendinde olduğunu gösterirken şunu söylüyor: ‘İktidar olabilmeyi sağlayacak çoğunluk elde etmeye çalışacağım bu seçim yasası ile ama bu olmasa da parlamentodaki etkinliğimle bir tür ‘topal ördek’ hikâyesi yaşatacağım.’ Dolayısıyla iktidar yarışından vazgeçmemiş. Ama bu olamıyorsa da Meclis içi etkinliğiyle sürecin içinde olacağını söylüyor.”
Sonuçta bir öngörü bu. Yerinde midir değil midir, tartışılır. Erdoğan’ın iktidar koltuğundan bir yere gitmek istemediği ve bunun için her şeye göze aldığı açık ve böyle bir “gidip yeniden geri dönme” taktiğine pek sıcak bakmadığı kesin. Ama yine de bugünlerde Beştepe’de değişik ihtimallerin konuşulduğu düşünülebilir.
İBB ve ‘çeyrek kayyum’ siyaseti
Aslında bu yapmadıkları şey de değil. Merkezi iktidarla kıyaslanamaz ama 2019 hezimetinden sonra İBB’de aşağı yukarı benzer bir taktiği uyguladılar, uyguluyorlar. Bir yandan Belediye Meclisi’nde elde ettikleri çoğunluğu kullanarak, diğer yandan da merkezi hükümetin yetkilere ve alanlara sürekli biçimde el koymasıyla gerçek bir ‘takoz’ harekâtı yürüttüler, yürütüyorlar. Merkezi hükümet olarak yaptıkları, öncelikle geçmişte belediye başkanına bol keseden verdikleri yetkileri kısmaktı ve bunu eski yönetimin dosyalarını denetimden kaçırarak başlattılar. Böylece İmamoğlu’nu zaten çok da gönüllü olmadığı “geçmişten hesap sorma” işinden kurtarmış oldular ama arkası geldi. Süreç içerisinde Taksim dahil kentin birçok alan ve bölgesini İBB’nin elinden alırlarken, atama yapmak, yardım toplamak da dahil olmak üzere birçok alanda bütün yetkileri İçişleri ve İmar Bakanlıklarına geçirdiler; öyle ki, en son Ramazan’da Sultan Ahmet’i bile İBB’ye kapattılar ve neredeyse ‘çeyrek kayyum’ denebilecek bir tabloyu yarattılar. Öyle ki, son tahlilde İBB’yi “ulaşıma ve suya zam yapmak için” iktidara yalvarır hale düşürdüler! Belki de dünya tarihinde ilk kez, seçime hazırlanan bir muhalefet partisinin belediye başkanı, zam yapmasını engelleyen iktidara sitem yağdırdı!
Dahası, iktidar, bu kuşatma eylemini karmaşık yollardan yaptığı için de kent felaketlerinden İBB’yi sorumlu tutma, trol ordularıyla yıpratma avantajını elde etti. Üstüne, bu yaptıklarına “Belediyede çalışan teröristler” heyulasını da ekleyince, iddia tutsun tutmasın, belli miktarda bir malzeme çıkardılar.
Belediye Meclisi’ndeki AKP-MHP çoğunluğu ise, gerçek bir takoz gibi çalıştı. Halk Ekmek engelinden, taksi meselesine ve müdürlüklere atamalara kadar her alanda İBB’yi zor duruma düşürecek atakların tümünü yaptılar.
Bütün bunların hepsinin bir amacı da, zaten yeterince sağda olan İBB yönetimini korkutarak iyice sağa doğru sürüklemekti. Sağa doğru sürüklemenin manası şu: Kendine benzetmek! Bu sözün biraz komik olduğunu biliyorum; çünkü İBB yönetimi zaten AKP zihniyetinden çok uzakta değildi; ama yine de istediler ki, İBB ekibi, en basit popülist projelerini bile gerçekleştiremesin, sonuçta “Her şey çok güzel olacak” diye başlayan macera sıradan bir AKP’li ilçe belediyesinden farksız bir noktaya sürüklensin: Seçildiler, beceremediler!
‘Gitmek’ ve geri dönmek
Bu, merkezi siyaset düzeyinde tekrarlanabilir bir şey midir?
Tam olarak değil. Başta da söylediğim gibi, her şeyden önce Erdoğan’ın bir yere gitmeye niyeti yok ve bunun için her türlü aracı kullanmaya da hazır. Ayrıca, yerel yönetimden düşünce merkezi yönetim sopasını kullanmak mümkünken, merkezden düşünce aynı imkânlar artık olmuyor ve o yüzden de Erdoğan’ın sarayına ne pahasına olursa olsun sarılması gerekiyor. Ekonomide Ukrayna işinden yararlanıp “N’apalım bütün dünyada kriz vardı” diye demagoji yapmak, tomarla para basmak, bir yandan da Federe Kürdistan’da ve Suriye’de yeni savaş maceralarına dalmak, HDP’yi kapatıp dalavereler çevirmek, sandıklarla oynamak, vs. vs… her şey mümkün. Ama yine de en kötüsü gelirse, şöyle ya da böyle başkanlık elden giderse, Meclis’te hatırı sayılır bir yer kaplamak, hatta zaman içerisinde bu sayıya ek transferler yaparak yeni bir takozlamaya başvurmak seçenek dışı değil. Temel amacı “yeni iktidarı rezil rüsva edip kaos ortamı yaratarak daha büyük bir güçle yeniden geri dönmek” olan bu taktik, geleceği varsayılan yeni iktidarın yapısına bakınca uygulanamaz gibi görünmüyor. Bütün ajitasyonunu birkaç hırsız müteahhit üzerine kuran, ekonomik anlamda AKP politikalarından, neoliberal soygun düzeninden zerre farklı olmayan muhayyel “6’lı masa” iktidarının, daha ilk günden ağır bir krizin sonuçlarını devralacağı kesindir ve bu krizden hızla çıkmayı sağlayacak bir sihirli değneğe de sahip değiller. Daha doğrusu, krizden çıkış, artık son derece radikal halkçı projelerle mümkünken, bu koalisyon, “liyakat” denilen ahmakça kavramla yuvarlanıp durmakta ve “cahillerin yerine alimleri getirerek” sorunu çözmeyi düşünmektedir.
Bu, kolay bozulabilir bir hayaldir ama. ‘Liyakat’ ahmaklığı zaten AKP kadrolarının çoğunu yerinden oynatmayacağı gibi, yerleşik yargı ve bürokrasi her türlü değişikliği engelleyecek kapasiteye sahiptir. (Geçerken belirtelim, ekonominin dışındaki, örneğin polis ve askeriye alanlarında zaten herkes ‘liyakatli’dir! Ben şahsen bütün özel harekâtçıların, MİT ve Emniyet kadrolarının son derece ‘liyakatli’ olduğu kanısındayım. Adamlar işlerini yapıyor ve işleri de şu anda yaptıklarıdır!)
Dahası, kendine “Parlamenter Sistem”i hedef seçmiş bir siyasal ekip, Meclis’te her istediğini yapabilecek sayıya sahip değilse (özellikle de Anayasal konularda) baştan takozlanmaya açık demektir. “Ben her şeyi Meclis’te kanun yoluyla yapacağım” diyorsan, kanun çıkarabilecek bir pozisyonda olman da gerekir.
Kaos yoluyla dönüş
Bütün bunların üzerine, son yıllarda korkunç bir yoksullaşmaya uğramış işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin taleplerini koyun. Sevgili sol sendikacılarımız “hükümeti yıpratırsak AKP gelir” titrekliğini gösterirler mi bilmiyorum ama bence böyle bir dönemin mücadele şampiyonlarının sağcı sendikalar ve bilumum diğer ‘sivil/paramiliter’ örgütler olacağı şimdiden kesindir.
Sonuç, her durumda iktidarsızlıktır!
Okuyucu mutlaka dikkat etmiştir, bütün bunları söylerken devasa Kürt sorunundan hiç söz etmiyorum. HDP’nin desteği olmaksızın seçim kazanamayacak ve hükümet kuramayacak bir ekip, kuru kuru ‘helalleşme’nin kaç adım ötesine gider, “törörö” manyaklığından ne kadar vazgeçebilir, bu arada Efrîn’den Gare’ye kadar ‘dış’ cephede ne yapar, savaş harcamalarını yükseltir mi alçaltır mı, oraları da tamamen geçiyorum. Yani düşünün, onları geçtiğimizde bile durum parlak görünmüyor. O durumda bile yenilmiş AKP’nin (7 Haziran-1 Kasım sürecinden daha uzun ya da daha kısa bir zaman diliminde) bir şekilde geri dönüşü mümkündür. Batı kaynaklarından ne kadar (politik/ekonomik) kredi açılır bilemem ama belli bir sürede ‘hükümet’ olmaktan ‘iktidar’ olmaya sıçrayamayan zayıf iradeli ve parçalı bir yapı, fırtınalı denizlere çok dayanamaz gibi görünüyor.
Tabii ki burada da takoz ve sabotaj politikasının temel amaçlarından biri, zaten sağda duran iktidar bloğunu, vura vura daha da sağa itmek, AKP ile yeni iktidar arasındaki zaten çok belli belirsiz olan farkları tamamen silmek ve böylece “çalıyorlar (dı) ama yönetiyorlar (dı)” noktasına varmaktır. 6’lı masa’nın kırılgan yapısı da zaten buna çok uygundur.
Bizim hayatımız bizim yolumuz
Bütün bunlar olmayabilir mi?
Tarihte halkın katlanma gücünün yüksek olduğu ‘dayanıklı’ durumlar birkaç halde yaşanabilir. Mesela, bir ülkede devrim gerçekleşmiştir de, devrimi elleriyle, kanlarıyla yapmış olan insanlar, “Yahu bu bizim devrimimiz, biz yaptık, olur o kadar sıkıntı” filan der; soğan ekmekle yetinir.
Ya da muazzam bir farkla seçim kazanmış popülist ve karizmatik bir lider vardır; eh, o da bir süre idare eder durumu.
An itibarıyla her ikisini de yaşamadığımız açık. Ne muhalefette başı çeken Kılıçdaroğlu, ne de diğer ‘masa’ efradı, halka “hele bir durun, çok acayip güzellikler olacak” deyip uzun ve hatta orta vadeli kredi talep edebilecek durumda değil. Zaten muhtemelen ucu ucuna ve tartışmalı olarak kazanılacak bir seçim, kimseye bu kadar uzun süreli şanslar vermez.
Peki, sosyalistler, Kürtler ve genel olarak bu iki siyaset öbeğinin dışında duran insanlar açısından bakıldığında, şimdiden ufukta görünen bütün bu karmaşa ve belirsizlikler arasında kaybolmamak nasıl mümkün olabilir? “Biz zaten demiştik” kalesine sığınıp rahat etmek gibi bir niyetimiz yoksa, hayatın ve siyasetin içinde olacaksak eğer, öncelikli olarak yapmamız gereken şey, üçüncü bir çizgiyi şimdiden kalınca ve kalıcı bir cephe hattı olarak çizmek ve seçimin öncesiyle de sonrasıyla da sınırlı olmayan, toplumsal hareketi esas alan bir yürüyüş yolu tutturmaktır. Bu yürüyüş yolu, kimsenin kredi sağlayıcısı, meşrulaştırıcısı durumuna düşemez; kimsenin yarattığı/yaratacağı hayal kırıklığının da yüklenicisi olamaz. Her durumda halkların, ezilenlerin çıkarlarını ve hayatlarını savunmak, buna aykırı hiçbir durumu kimden gelirse gelsin ehvenişer olarak görmemek, bütün bu karmaşa sırasında belirleyici olacaktır. Elektriği kamulaştırmayanların bize dönüp “biraz sıkın dişinizi” demesine, vahşi madencileri durdurmayanların bunu kırk dereden su getirerek savunmasına, Kürt kentlerinde zırhlı araçların vitesini düşürmeyenlerin “ama n’apalım, güvenlik…” diye bahane uydurmasına, grev erteleyenlerin “ekonominin durumu” zırvalarının arkasına saklanmasına katlanmak zorunda değiliz. Daha doğrusu, şimdi katlanmadığımız hiçbir şeye yarın da katlanmak zorunda değiliz! Daha güncel olana atıf yaparak söylersek, hükümet zam yapınca isyan eden, CHP’li belediye zam yapınca “ama canım…” diye söze başlayan bir politika, yaşamsal ihtiyaçların ticaret konusu yapılamayacağını savunan solun varlık nedenlerine aykırıdır. HDP ve sol güçler, objektif olarak İmamoğlu’nu başkan yapmış güçlerdir evet ama vaktiyle bir sevap işledik diye adamın sonraki günahlarını da sırtımızda taşımayız.
Güçlüyüz, kudretliyiz
En önemlisi de, adına ne derseniz deyin, sonuçta ‘üçüncü’ bir yol olan şimdiki durduğumuz pozisyonun, sadece programı ve amaçları bakımından değil, aynı zamanda “aşağıdan yukarıya siyaset yapma ve örgütlenme biçimi” açısından da diğer iki yolun küflenmiş ekollerinden farklı olduğu gerçeğini sıkıca kavramak ve ondan asla taviz vermemek zorundayız. Yalnızca partilerden ve örgütlerden söz etmiyorum; 8 Mart’tan Newroz’a ve 1 Mayıs’a kadar milyonları alanlara dolduran, koca koca market patronlarını dize getirip, maden ağalarına söktükleri zeytinleri geri getirten güç, kendisini hiç küçümsememeli, kimsenin payandası olarak düşünmemelidir.
Sınırları ve muhtevası henüz iyi belirlenmemiş olsa bile, bizim gerçekten üçüncü bir yolumuz var; bunu anlarsak, bu cepheye bütün güçlerimizi yığarsak ve yalpalamazsak eğer, biz bu maceradan sağ çıkarız. Sağ çıkmakla kalmayız, güçlenerek çıkarız.
Geri kalanını gideceği söylenenler ve gelme planları yapanlar düşünsün. Kürtler ve solun durumu, yaygın deyimle “kudretli”dir ve artık hiçbir ‘topal ördeğin’ eksiğini tamamlamakla görevli değiliz.