Yakın zamanda Dağlık Karabağ bölgesi civarında tırmanan Ermenistan-Azerbaycan çatışmasının Türkiye’deki yankıları kaygı verici. Hükümetin Azerbaycan tarafında olduğunu resmen açıklaması, resmi söylemin taşıyıcısı medya tarafından bu çatışma üzerine belli bir anlatının kamuoyuna empoze edilmesi sonucunu getirdi. Buna göre, Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ, Ermeni işgalinden kurtarılıyor; üstelik bu “istiklal harbi” Azerbaycan tarafından değil Ermenistan’ın saldırısı sonucu başlamış.
Bu kadarını anlamak mümkün. Ülke sınırları dışında iki komşu devlet arasında süren çatışma hakkında iktidar çevrelerinin belli bir tavrı mevcut ve bu duruşun propagandası yapılıyor. Ama siyasal iklimde dayatılan şartlanma öyle boyutlara ulaşmış durumda ki adeta çatışma Ermeni devleti ile Türkiye devleti arasında cereyan etmekte. Oysa Türkiye, bu çatışmada Azerbaycan’ın haklı olduğunu savunsa da kendisinin savaşa dahil olduğu yolundaki iddiaları reddediyor. Cihatçı teröristleri Azerbaycan saflarında savaşmak üzere bölgeye sevk ettiği haberlerini de dünya kamuoyunu yanıltmak için Ermenistan tarafından ortaya atılmış gerçek dışı bir iddia olarak reddediyor.
Ama içeride, Azerbaycan halkını da kendine dahil ederek genişletilmiş bir millet konsepti üzerinden bir savaş psikolojisi hakim. Savaş hali geçerli olunca, resmi tavrın muhalif medya ve kamuoyu tarafından sorgulanması, hatta Meclis’te tartışılması da belli ki yasaklanmış durumda. HDP milletvekili Garo Paylan, Mecli kürsüsünden bu çatışmada Türkiye devletinin tavrı üzerine Cumhurbaşkanı yardımcısına birkaç soru yöneltince “ihanet”le suçlandı. Paylan, Türkiye’nin savaşta taraf olmasını eleştirirken, Türkiye’nin Ermeni yurttaşlarının da nefret söylemine varan ırkçı beyanların hedefi durumuna getirilmesinden duyduğu kaygıyı dile getirmişti.
Ne işle meşgul olduğu tam anlaşılmamış olmakla birlikte ülke içi ve dışı askeri operasyonlarda kullanılmak üzere bir özel sektör “Şeriat ordusu” kurmuş olduğu tahmin edilen ASAM adlı yapı, Paylan’ın bu kaygılarına cevaben gazetelere tam sayfa ilanlar vererek şu beyanda bulundu: “HDP’li Garo Paylan’ın Azerbaycan ve Türkiye’yi hayasızca suçlayan ve Ermenistan’a açıkça arka çıkan sözleri asla kabul edilemez bir ihanetin belgesidir.”
Bu açık tehdit karşısında kaygılanmamak mümkün değil çünkü Hrant Dink cinayetine giden süreç de böyle başlamıştı. O zaman, ihanet iddialarında bulunarak süreci tetikleyenler Emin Çölaşan ve Kemal Kerinçsiz gibi şahıslardı; şimdi Adnan Tanrıverdi ve diğer ASAM yöneticileri. Geçtiğimiz hafta ilk kez duruşması yapılan Tahir Elçi cinayetinde de yine medyadan bilinen bir şahsın tetikleyici rol üstlenmiş olduğu henüz unutulmadı.
Daha da ilginci, AKP’nin tek gayrı Müslim milletvekili Markar Eseyan’ın ölümü sonrasında partili “yoldaşı” Özlem Zengin’in Meclis’te kullanmış olduğu ifadeler. Zengin, Eseyan’ın ölümü ile Ermenistan-Azerbaycan çatışması arasında kendi ifadesiyle “enteresan” bir bağ kuruyor ve şöyle diyor: “(Eseyan’ın hayatı) Türkiye’de bir Ermeni’nin hayatının nasıl olması gerektiğine dair tanıklık ediyor.” Hakikaten enteresan…
ASAM’ın “ihanet” kışkırtması ile Zengin’in “tolere edilebilir Öteki” tanımının birbirini takip ediyor oluşu ve her iki beyanın da arka planında açıkça ilan edilmemiş olmakla birlikte zihinlerde sürmekte olan bir Türkiye-Ermenistan savaşı olması rastlantı olmamalı. Bu güncel arka-planın tarihsel olarak bir adım gerisine gidildiğinde ise şunlar söylenebilir:
Yüzleşilmemiş travma gibi inkâr edilen suç da tekerrür eder. Yalnızca suçun cezasız kalmasının teşvik edici oluşu nedeniyle değil. İnkârcı psişik yapı, inkâr ettiği suçun kurbanı tarafından her an kendisine karşı intikam ya da misilleme olarak geri döneceği korkusu içinde o suçu işlemeyi sürdürmekten başka bir çıkış yolu göremez.
Paylan’ın daha önce aktardığı aile tarihi aslında her şeyi özetliyor: “Babam soykırımın ardından el konan babasının evini bir kez daha satın alıyor. Ancak Varlık Vergisi ile bir kez daha el konuluyor ve babamı önce Aşkale’ye sonra bir kez daha askere gönderiyorlar. Soykırımın sürekliliği budur.”