Gündem taraması yaparken önüme Sol TV’de yayınlanan “4 Soru 4 Cevap” programı düştü. Başlıklardan birinin Paris Katliamı olduğu not edilmişti. Taksim’de gerçekleşen bombalı saldırıda cevval bir hafiye gibi devletten önce sahneye atlayıp Kürt hareketini fail ilan eden TKP’nin tutumunda bir değişiklik var mı diye izledim.
Programın sunucusu Osman Serkan, 3. soru olarak Dayanışma Meclisi üyesi Engin Solakoğlu’na Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi’ne yönelik saldırıyı -yanıtı içinde olan- bir soruyla yöneltti. Soru, bu saldırının Kürt hareketi ve bazı STK’lar tarafından Türk istihbaratına bağlandığı, ancak saldırganın ırkçı bir Fransız olduğunun açığa çıktığını belirterek, “Avrupa’da yükselen faşizm görmezden mi geliniyor acaba? (…) İnsan hakları konusunda adeta esip gürleyen Batı yanlısı AB’ci siyasal hareketler ve STK’lar ırkçılıkla mücadelede neden doğru bir hat tarif edemiyor sence?” şeklinde devam ediyordu.
“Marksizm konusunda mangalda kül bırakmayan TKP’nin olayları göründüğü gibi okuyan, arkalarındaki gerçekleri es geçen olguculuğunun varacağı yer burasıdır” denilip geçilebilirdi. Ancak gerek sorudaki imalar gerekse yanıtın bağlandığı yer bunun böyle olmadığını gösteriyordu. Asıl mesele, ideolojik-siyasi düşkünleşmeydi. Bununla birlikte rejime şirin görünme çabasının onun avukatlığına evrilmesi söz konusuydu.
Yanıtın ilk cümleleri oldukça “sancılıydı”. Kürt hareketine yönelik baskılardan dem vuruluyordu, Paris’teki saldırının Batı’nın desteğini almak için araçsallaştırıldığı ifade ediliyordu. Bu girişten sonra “Bu çok anlaşılır bir şey ama şimdi buralarda belki de vesileleri doğru seçmek gerekiyor” gibi bir yaklaşımla kendi siyasal aklı da ele veriliyordu.
Avrupa’da ve özelde de Fransa’da yükselen ırkçı dalgadan, devletin de buna paralel olarak özellikle göçmenlere ve yabancılara karşı son derece sert tedbirler uyguladığından, bunun polis şiddetine yansıdığından, Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi’ndeki saldırının ardından sergilenen polis şiddetinden dem vuruluyordu.
“Fakat buna rağmen ilginç bir şekilde Kürt siyasi hareketi burada doğrudan parmakları Türkiye’ye doğru çevirdi ve Türkiye’yi suçladı” hüküm cümlesiyle devam edilerek rejim kendisine avukatlık yetkisi vermeden onun avukatlığına soyunmakla devam ediliyordu. 2013’teki Birinci Paris Katliamı hatırlatılıp bundan dolayı bunu yapmanın kolaylaştığı söyleniyordu.
“Ama olayları doğru düzgün tahlil etmeden-sadece Kürt siyasi hareketi değil, Türkiye’de işte kendine dış politika analisti falan diyenler de- bu işi bunun üzerinden okumayı tercih ettiler ve okurken de maalesef Fransa’daki aslında gerçek amaçları ırkçılığı örtmek olan insanların söylemlerini kullandılar. Öyle ki bir ara bu saldırganın Çeçen asıllı olduğu, tetikçi olduğu gibi saçma sapan haberler bile çıktı” diyen konuşmacı sinsice hazırladığı bu zemin üzerinden son vuruşunu yapıyordu. Ses tonunda da bir dalgalanma yaşayarak, “Şimdi Kürt siyasi hareketi bunu niye yapıyor. Burada birinci sebebini anlatmaya çalıştım. Elbette bundan Türkiye’ye karşı bir siyasi destek çıkartmak amacı var; ama bunu yaparken de aslında normalde ideolojik olarak konumlanması gereken yerden uzağa düşüyor. Çünkü kendine sol diyen, solda yer aldığını iddia eden bir siyasi hareketin öncelikle kendi soydaşlarının ama Batı Avrupa’da ırkçılığa hedef olan Kürtler gibi milyonlarca yabancı var bunların yanında duruyor olması gerekirken, çok daha farklı bir tarz benimsemesi insanın aklına başka şeyler getiriyor. Yani acaba Kürt siyasi hareketinin, özellikle silahlı hareketin Suriye’nin güneyinde emperyalist ülkelerle iş tutmasıyla bunun bir bağlantısı olabilir mi ve bu ilişkilere zarar vermemek adına mı böyle bir sis perdesinin arkasına saklanıyor? İnsanın aklına bu geliyor açıkçası” diyecek kadar ileri gidiyordu.
Fazlasıyla geniş bir özet olduğunun farkındayım. Ama baştaki üsluplarının sonlarda nasıl düşkünleştiğini göstermek açısından bunu yapma ihtiyacı hissettim.
Kürt halkına yönelik kapsamlı saldırganlık her gün yeni biçimlerle karşımıza çıkarken TKP, rejimin bile dillendirmediği bir tespitle kendi deyimiyle “sis perdesi” oluşturmaya çalışıyor. “TKP bu” denilip geçilmeyecek bir düşmanlık, şaibe yaratma çabası var karşımızda.
Gündelik hayatta da siyasette de savunulan ile pratik arasındaki çelişki büyüdükçe ortaya şizofrenik bir çokluk çıkar. Türkiye’de kendisini devrimci ve komünist olarak tanımlayanlar açısından bu çoklu kimlik birkaç noktada sınanarak açığa çıkar. Bu noktalardan en önemlisi Kürt sorunu gibi tarihsel bir sorun karşısında alınan tutumdur.
Komünist olmak için “işçi sınıfı öncülüğünde sosyalist devrim” demek yetmez. Bu sıfatı hakketmek, işçi sınıfının öncüleşmesinden ne anladığına, tahayyül ettiğin sosyalizmin içini nasıl doldurduğuna bağlıdır.
Marksizmin ustaları işçi sınıfının öncüleşmesinden onun bir sınıf olarak tüm toplumsal kesimlerin sorun ve taleplerine sahip çıkmasını anladıklarını ifade ederler. Bu sorunların içine ezilen ulus ve mezhep sorunlarından cins sorunlarına kadar aklımıza gelebilecek hemen tüm demokratik meseleler girer. Bir ülkenin işçi sınıfının ve doğal olarak onun öncüsü olduğunu iddia edenlerin, o topraklardaki tüm acıları, çığlıkları duyumsaması olmazsa olmazdır. Bunu gerek programına gerekse gündelik pratik faaliyetine katması ve o kesimlere samimiyeti konusunda güven vermesi gerekir.
Bu noktalardan baktığımızda TKP ismiyle müsemma değildir. Sözde “işçi sınıfı ve sosyalizmin” yılmaz neferidir. Bu büyük parantez onun tüm günahlarının, ayıplarının perdelenmesine yeter sanır. Dahası işler çetrefilleşince kendisini sisteme kabul ettirmek için onun en hassas noktalarına göz kırpar. Şimdi yaptığı gibi…
En büyük klişelerinden biri de antiemperyalizmdir. Devrimci ve komünistliğin temel esaslarından biri elbette anti emperyalizmdir. Ama onu fetiş bir kalıba dönüştürdüğünde ve asıl olarak da kendi görevlerini unutup başkalarını yargılamanın aracı olarak kullandığında varacağın yerin ulusalcı-sosyal şoven bir durak olması neredeyse kaçınılmazdır. Antiemperyalizm şemsiyesi altında ezilen ulusun özgürlük mücadelesinin öncülerinin “zayıflıklarını” arayıp bulmayı özel bir hafiyelik işine dönüştürmekse en hafif tabirle iddia ettiğin kimliğin tam karşısında konumlanmaktır.
Onlar bilmez, bilmek istemez… Biz hatırlatalım: Bugün o parti binalarında, kapitalist bir işletme gibi çalıştırılan kültür merkezlerinde güle oynaya yürütülen “faaliyet”, Kürt özgürlük hareketi başta olmak üzere büyük bedeller ödeyen güçlerin görkemli mücadeleleri sayesindedir. Bu ülkede özgürlük ve hak namına ne varsa o görkemli tarihin/tarihlerin ürünüdür. TKP gibileri şimdilerde azgınlaşan faşizme şirin görünmek için Kürt özgürlük mücadelesine çamur atma yolunu seçerek bile hazır tarihin üzerine oturanların, zor zamanlarda hangi labirentlere sapacağının fotoğrafı gibidir.
Bu fotoğrafın sapsarı bir renk aldığıysa yoruma yer bırakmayacak kadar nettir.